
- 09-10-2014
- 0 yorum
- 2288 okunma
Taklid ve Mezhep Bağlılığı
Reşid Rıza’nın kapsamlı bir şekilde ele aldığı konuların başında taklid meselesi gelmektedir. Gerek doğrudan bu konuya dair yazdıklarında, gerek çeşitli konular vesilesiyle bir şekilde temas ederek veya kendisine yöneltilen sorulara verdiği cevaplarla oldukça hacim kazanan bu yazılarda dile getirilen düşünceler diğer konularda olduğu gibi bir yönüyle klasik kitaplarda var olan düşüncelerin ‘belli bir doğrultuda’ tekrarını ve eleştirisini, diğer yönüyle de bu kitapların çerçevesini çizdiği dünyaya son derece yabancı modern bir yaklaşımı beraberinde getirmektedir.
Müellif, MM’ın ilk yirmi cildine kadar taklid ve ilgili konuları gündeme taşımış, bu tarihten itibaren ise kendisine konuyla ilgili sorulan soruların özellikle klasik bilgilere matuf yönünü cevaplamak yerine bu yazılara işaret etmekle yetinmiştir. Bizim çalışmamızda da dikkate alacağımız bir ifadesine göre o ilk olarak konuyu muslih ile mukallidin muhaveresinde ele almış, ardından İbnü’l-Kayyim’in ilgili yazılarını neşretmek suretiyle konuya derinlik kazandırmıştır. Son olarak bu makalelerde yer alan düşünceleri başta Menâr Tefsiri ve fetvaları olmak üzere değişik yazılarında tekrarlamıştır. Fetvalarının başında “Paris Soruları” başlığıyla meşhur olan yazı gelmektedir.1
Reşid Rıza’nın bütünüyle klasik dünyada varlık bulan tartışmalara yine bu dünyaya has bir zihnî ön kabulle yaklaştığını söylememiz mümkün değildir. Onun taklid ve mezhep meselesini gündeme daha üst düzeyde bir proje dahilinde taşıdığı, yazılarından anlaşılmaktadır. Ancak bunu yaparken klasik dünyada varlık bulan metinlere ve bu metinlerin mesele edindiği konulara da doğrudan değinmektedir.
Taklidin Tanımı ve Çeşitleri
Menar’daki birçok yazıda taklidin tanımına yer verilmektedir. Genellikle benzer ifadelerin kullanıldığı bu tanımlarının ana çerçevesi şu şekildedir:
Taklid, birinin kavil veya re’yini delili bilindiği için değil, bizzat o kimseye ait olduğu için kabul etmektir. Bu öyle bir durumdur ki, taklid edilen kimse görüşünü terk etse, mukallid de sırf o terk ettiği için terk eder.2
Müellif, genel bir tanım olarak bu ifadelere başvursa da özellikle taklidin çeşitleriyle ilgili ifadelerinden onun bu tanıma tam manasıyla katılmadığı anlaşılmaktadır. Zira yaptığı değerlendirmelerde taklidin değişik veçheleri ortaya çıkmaktadır. Esas itibariyle bu tanımda taklid zemmedilecek, yasaklanacak ve şiddetle reddedilecek bir olgu olmasına rağmen bir de mezmum görülmeyecek bir başka taklid şekli bulunmaktadır.
Yasak Olan Taklid
Yasak olan taklid, yukarıda tanımı yer alan takliddir. Bu tanım taklid için oldukça genel bir çerçeve çiziyor olsa da taklidle ilgili tüm değerlendirmelerin aslında Reşid Rıza’nın tasnifinde ‘dinî ahkâm’ olarak kabul gören ibadet, ahlak ve helal-haram sahasında geçerli olduğu ve “dünyevî” olarak nitelediği sahadaki taklidi mezmum ve yasak taklid olarak görmediği anlaşılmaktadır. Onun ahkâm tasnifiyle de bağlantısını kurarak ele aldığı bu meselede sırf dinî ahkâm addedilen ve delaleti ve rivayeti kat’î olan kısım genel teşrii oluşturur ve her Müslümanın bu sahada varit olan hüküm ve delillere aynıyla tâbi olması gerekir. Böyle olmayan kısım ise içtihada açıktır ve bu sahada kişi bir başkası vasıtasıyla da olsa Allah’ın hükmünün nasıl olduğunu öğrendiği kısma tâbi olmalı, buna göre amel etmelidir. Sırf dinî ahkâm sahası mutlak manada taklide kapalıdır. İslâm ilk dönemki basitliğinde nasıl öğreniliyor ve yaşanıyorsa insanlar delile tâbi olarak bu şekilde yaşamalıdırlar.3
Bu sahanın taklide kapalı olduğu yönünde birçok ayet-i kerime ve hadisi şerif bulunmaktadır.4 Çok daha üst çerçevede “Kur’ân’da yer alan ilmi öven, ilmin faziletli olduğundan bahseden, akıl ve fikir bağımsızlığını, vicdan hürriyetini metheden tüm âyetler aslında taklidi zemmetmektedir”.5 Âyetlerde taklidin zemmedilmesi iki açıdan söz konusu edilmektedir. Bunlardan biri insanların atalarının bulunduğu hal üzere kalmalarının ve bununla yetinmenin ilim ve amelde terakkiye mani olmasıdır, ikinci gerekçe insanların atalarına tâbi olmak suretiyle hakkı bâtıldan, hayrı şerden, iyiyi güzelden akıl yoluyla ayırt etme yeteneklerini yitirmeleridir. Bu haliyle taklid insan fıtratına karşı işlenmiş bir cinayettir6 ve dinde sırf taklide dayanarak konuşmak hevâ ve hevese tâbi olmak anlamına gelmektedir.7 Ulemanın taklidi meseleleri müsellem kaziyeler olarak ele alması ise durumun vahametini arttırmaktadır.8
Bu düşünceler, Menâr Dergisi’ne gönderilen bazı yazılarda değişik açılardan tenkit edilmiştir. Müellif, “taklid aleyhine görüşler dile getiren yazılarından cüret alan kimi cahillerin Şeriat’ta ictihad davasına düşüp müctehid imamlara müstağni kalma yolunu seçmeleri ve onları ve tabilerini tenkit etme cihetine yönelmelerinin toplum içi karışıklığa sebebiyet vererek yeni bir fitneye vesile olduğu” yönündeki bu itirazlara şiddetle karşı çıkmaktadır. Ancak bu karşı çıkışında kendisine itiraz edenlere tatmin edici cevaplar vermek yerine bid'at ve hurafelerin kadim zamanlardan beri var olageldiğini, mezhep müntesibi yüzlerce âlimin kitaplarının bunlarla dolu olduğunu söylemekle yetinir. Ayrıca Menâr Dergisi olarak bu nevzuhur müctehidlere karşı koyulduğu da ilave edilir.9
Müellifin dile getirdiği ahkâm tasnifinde müctehidlere dahi söz söyleme hakkı vermediği sırf dinî sahada herkesin delile tâbi olması gerekliliği düşüncesi, delile rağmen görüş beyan edebilme ihtimalini bertaraf etmeye matuf olarak belirlenir. Zira böyle olması durumunda, yani delile rağmen insanların görüş beyan edebilmeleri durumunda ona göre hem müctehidlik iddiasındaki kişiler, hem de onlara tâbi olanlar “helâli haram, haramı helâl kılan” kimseler zümresine dahil olacaklar ve bu yönüyle dinin tahrifine sebebiyet vereceklerdir. 10
Yukarıda yer verdiğimiz görüşlerinde Reşid Rıza, kıyas ve icma konusunda delil olarak getirilen âyet ve hadisleri reddederken bu kaynaklarda kullanılan kelimelerin birer fıkhî “kavram” olarak icma ve kıyasa delalet etmesinin mümkün olamayacağı hususu üzerinde ısrarla durmaktaydı. Bu delillerde kıyas ve icmaa delalet eden her kelime ilimlerin teşekkülü süresinin tamamlanmadığı bir döneme ait olmaları hasebiyle delil olma vasfı taşımaz görülürken, aynı tutum taklidle ilgili olarak benimsenmemektedir. Zira yukarıda da görüldüğü gibi taklidle ilgili âyetleri, bu âyetlerin geldiği dönemden çok sonra varlık bulan fikhî anlayışların tenkidi amacıyla kayıtsız bir şekilde kullanabilmektedir.
Dört mezheb imamının ve talebelerinin konuyla ilgili düşüncelerine Menâr’da geniş bir şekilde yer verilir. Bu çaba hiç kuşkusuz ‘taklid’ olgusuna karşı yürütülen mücadelede müellife esaslı problem teşkil eden mezhep müntesibi çoğunluğu kendi imamlarının düşünceleriyle ikna etmeye matuftur. Konuyla ilgili yazılar mezkûr imamlar ile yakın çevrelerinin hiçbir şekilde kendilerini taklid etmeye izin vermediği ve sürekli olarak kendi kavillerine değil, delile tâbi olunması gerektiği noktasında odaklanır.11 Şa'ranî, İbn Şıhne, Aliyyü’l-Kari ve Şah Veliyyullah Dehlevî gibi âlimlerin eserlerinden yaptığı nakillerde öne çıkan bir diğer husus ise müctehid imamların verdikleri fetvalarda hata yapabilme ihtimallerini göz önünde bulundurmalarına matuftur. Buna göre imamların, özellikle kimi hadisleri görmemiş olmaları itibariyle, daha sonra gelenlerin kendi kavillerine aykırı sahih hadise rast gelmeleri durumunda muhakkak o hadise tâbi olmalarını salık verdikleri ifade edilir.12
Hadisin mensuh olma ihtimali ise Reşid Rıza’ya göre önemsenecek mahiyette bir problem olarak görülmemelidir. Zira imamların hangi kavillerinden rücu ettiğini tespit etmek hadislerin mensuh olanını tespit etmekten daha zordur. Çünkü mensuh hadislerin sayısı azdır ve bunları tespite yönelik çok sayıda çalışma mevcuttur. Benzer bir durum sahih rivayetler için de geçerlidir. İmamların hangi kavillerinin tercih edileceğini tespit etmek sahih hadisleri tespit etmekten daha zordur. Mensuh olma ihtimaline binâen hadisle amelin terk edilmesi durumunda Müslümanların sadece tüm mezhep imamlarının ittifakla kabul ettikleri mütevatir hadisle amel edebilmeleri gibi bir durum ortaya çıkmaktadır. Şu halde “sahih hadisle amel etmekten geri durulmamalıdır. İslâm birliği ancak bu şekilde sağlanabilir; zira dinde birlik sağlanınca diğer sahalardaki birlik peşi sıra gelecektir. Ayrıca sahih Sünnetle amel etmek ihtiyatı tercih etmek demektir.’’13
Yasak Olmayan Taklid
Reşid Rıza neredeyse mevcut kötülüklerin tek müsebbibi olarak belirlediği taklidle ilgili, ilk bakışta tüm bu değerlendirmeleriyle örtüştürülmesi pek de mümkün olmayacak şekilde, iki farklı taklid türünün mezmum olmadığını ifade etmektedir. Bunlardan birisi hem klasik algıda hem de modern yaklaşımlarda aslında taklid olarak kabul görmeyen ve daha ziyade içtihadın tecezzisi konusuyla irtibatlı bir meseledir. Buna göre karşılaştığı bir meselede kendi içtihadıyla hükme varamayan bir kimsenin müctehid imamların delillerine bakarak bunlar içerisinde tercihe şayan olanı seçmesi durumunda bu kişi bir yönüyle elinden geleni ve doğru bildiğini yapmış olması hasebiyle müctehid ve dininde basiret üzere olan biri olacak, diğer yönüyle ise mukallid olacaktır. Zira bu kimse nazar hususunda mezhep imamının yoluna tâbi olarak onun istidlâl metodu üzerinde yürümektedir. Bu ifade kısmen ‘müntesib müctehid’ kavramının mahiyetinden bahsetse de bu kimse ‘bir açıdan mukallid’ olarak değerlendirilmekte ve bu taklidin ‘mezmum ve zararlı olan taklid’ olmadığı ifade edilmektedir.14
İkinci nevi taklid ise bütünüyle klasik külliyatın değerlendirmelerinin dışında yer almaktadır. Buna göre yaşanılan çağda ulü’l-emrin istişâre ile ve Kitab ve Sünnet'e göre sonuca bağladıkları hükümler birer ictihad olarak görülmekte,15 onların muamelat ve kazâ sahasındaki kararlarının tüm Müslümanları bağlayıcı özellikte olduğu, daha doğrusu vaz edilen bu ahkâmın devlet başkanının kararıyla herkesçe boyun eğilmesi gereken bir özellik kazandığı ifade edilmektedir.16 Şu halde fıkhın Reşid Rıza’nın tasnifinde “dünyevî ahkâm” kısmına giren önemli bir bölümü bütünüyle, klasik fıkıh literatürünün müctehid tanımlamasına uymayan belirli kimselerin yine bu literatürde resmedilenden farklı olan ictihadlarına açılırken bu kimselerin dışındaki büyük çoğunluğa kapatılmakta ve onlar bahsi geçen şahısların verdikleri hükümleri ‘taklid’ etmekle yükümlü tutulmaktadırlar.17 Dahası bu yükümlülük Hz. Peygamber’e itaatle eşdeğer kılınmaktadır.18 Burada ilgili âyetin de delaletiyle Müslümanların yalnızca Resulullah’a ve yetki alanına giren konularda ulül-emre itaatle emrolunduğu ifade edilerek mezkûr kanaat teyit edilir:
Ulül-emre itaatin gerekliliği, içinde bulunulan zaman diliminde daha bir önem kazanmıştır. Çünkü bu çağda Müslümanları toplumsal meseleler etrafında birleştirmeli, Kitap ve Sünnet’in hidayetiyle dinin ruhuna hayat verilmelidir. Şu halde Müslümanlar siyaset, kazâ ve diğer umumî meselelerde ulü’l-emre tâbi olmanın en doğru yol olduğunu kabul etmelidirler.19
Bu ifadeler yukarıda ulü’l-emrle ilgili olarak dile getirilen düşüncelerle birlikte ele alındığında, modern bir yaklaşımı dile getiren bu düşüncelerin altında yatan sâikin parlamenter sistemde meclis kararıyla çıkartılan kanunların Müslümanları bağlayıcı olacağı ve bu bağlayıcılığın taklid olarak reddedilememesi olduğu söylenebilir. Bu meyânda kabul edilmesi gerektiği ileri sürülen yargı “Müslümanlar ‘mahzâ ictihad’ olan bu hükümleri aynıyla ‘taklid’ etmelidirler” şeklindedir.20
Taklidle İlgili Diğer Meseleler
Klasik külliyatta taklid meselesiyle ilgili olarak ele alınan tüm konular Reşid Rıza tarafından doğrudan konu edilmez. Ancak yukarıda yer verilen konuların dışında özellikle Kur’ân-ı Kerim’in tefsirini konu alan bazı makalelerinde bir şekilde mezkûr birikimin temas ettiği konular gündeme gelmekte ve müellif kısmî bazı mütalaalarını bu vesileyle dile getirmektedir.
Taklid-İstirşad Ayrımı
Klasik dönem fıkıh eserlerinin bazı metinlerinde taklid ile ittiba arasında bir ayrıma gidilmektedir. Bu kitaplarda ittiba genel itibariyle ictihad etmeye gücü yetmeyen fakat dinini öğrenme hususunda kişilerin değil, delilin öneminin farkında olan kişilerin delilini bilerek bir fikhî hükme tâbi olma çabasını ifade etmektedir.21 Mezhebe bağlı kalınarak fıkıhla iştigal etme konusunda hassas bir öneme sahip olan bu konuda Reşid Rıza kısmî bazı değerlendirmelerde bulunmaktadır. O, doğrudan ittiba kavramını zikretmemekle birlikte, delile bağlılığı öncelediği yazılarında esas itibariyle taklid ile ittiba arasında bir ayrıma gittiğini ortaya koymaktadır. Konuyla ilgili ilk dönem yazdıklarında şu düşünceleri dile getirmektedir:
Herkes dinin tüm konularında derinlikli bilgi sahibi olamayacağından insanlar dinî sahada bilgili olan kimselere danışmak durumunda kalacaklardır. Bu danışmada kendilerine nakledilen hükmü doğrudan nakleden kimseye olan inanç, güven vb. nedenlerle değil de delili doğru olduğu için kabul etmek taklid değil, rivayet olarak değerlendirmelidir.22
Bu ifadelerin açılımı için kendisine başvurulan kimse Ahmed b. Hanbel’dir. Ebu Davud, İbn Hanbel’e “Evza’i’ye mi yoksa Malik’e mi tâbi olayım?” diye sormuş, İbn Hanbel de “Dininde bu kimselerden hiçbirini taklid etme! Hz. Peygamber ve ashabından nakledilenlere tâbi ol. Tabiîn neslinde ise muhayyersin” cevabını vermiştir. Bu ifadeden tabiînin taklid edilmesinin caiz olabileceği şeklinde bir anlam çıkartmak doğru değildir. Zira Ebu Davud’dan hareketle Ahmed b. Hanbel’in taklid ve ittiba arasında bir ayrım yaptığını ortaya koymak mümkündür. Buna göre ittiba Rasulullah ve ashabından nakledilenlere tâbi olmaktır. Kişi tabiîn nesline tâbi olup olmamakta muhayyerdir. Yine İbn Hanbel “Ne beni, ne Malik’i ve ne de bir başkasını taklid et! Hükmü onların aldığı kaynaktan al” demiştir. Bu iki ifadeden hareketle müellif taklidin “herhangi birinin kavlini delilini bilmeksizin kabul etmek olduğunu” ifade eder. İttiba ile ilgili olarak ise şunları söylemektedir: “Hz. Peygamber’e ittiba etmek doğrudan onun Sünnet’ine tâbi olmak anlamına geldiğinden burada delil ile medlul birleşmiştir ve taklid söz konusu değildir. Sahabeye ittiba ile ilgili ulema ihtilafının varlığı söz konusudur. Burada esas mesele İmam Ahmed’in sahabeden birinin taklid edilmesini değil, onların hidayetine tâbi olunmasını istemesidir.” Şu halde müellif, delilini bilerek bir kavli kabul etmeyi olumlayarak bunun klasik algıda ittiba olarak değerlendirildiğini söylemektedir. Kendisi ise böylesi bir yola gitmeyi “te'allüm”, “rivayet” ve “istirşâd” kelimeleriyle karşılamakta ve bunu taklid'den ayırmaktadır.23
Bu konunun bir uzantısı olarak “bir fetvanın delil (nas) talep edilerek reddedilmesinin” imkânı meselesi ele alınır. Dinine dair bilmediği bir meseleyi bir âlime soran kişinin, âlim kendisine “Allah’ın hükmü bu konuda şöyledir” cevabını verse bile ona “Delilini anlayıncaya kadar ne senin kavlini ne de fıkıh kitaplarından yaptığın nakli kabul ederim” deme hakkının bulunduğu ifade edilir.24 Soru soran, soru sorduğu kimseden delil isteyip delile tâbi olması durumunda ittiba dairesinde kalacak; ancak, soru sorduğu âlimin kavlini Allah ve Resulü’nün ahkâmına takdim etmesi ve o kişiyi şâri mesabesine çıkartması durumunda taklide düşmüş olacaktır.25 Bu meselenin avam açısından durumu aşağıda ele alınacaktır.
Avamın Taklidi
Reşid Rıza yaptığı ahkâm tasnifinde amelî fıkhı meselelerde üzerinde ittifak hâsıl olan konulara her Müslümanın uyması gerektiğini, ancak ihtilaflı konularda herkesin muhayyer olduğunu dile getirmekteydi. Burada şöyle bir durum ortaya çıkmaktadır. Avamdan biri ihtilaflı meselelerde mevcut kavilleri bilmiyorsa neye, nasıl tâbi olacaktır? Geleneksel anlayışta avamın taklidi meselesi olarak ele alınan konunun oldukça hususî bir kısmına tekabül eden bu meseleye müellif, fıkıh ilminin oluşum sürecine atıfla cevap vermektedir. Daha sonra verdiği bir fetvasında “Ammî, insanların geneline mensup olandır, yani kendilerinde herhangi bir hususiyetin bulunmadığı topluluğa ait olan kimse”26 olarak tanımladığı âmmî, İslâm dininin ilk döneminde yaşayan insanlar gibi davranmalı, Allah’ın verdiği hükmün ne olduğunu bilmediği bir mesele ile karşılaşınca Kitab ve Sünnet bilgisine sahip olduğunu düşündüğü bir kimseye bu meseleyi sormalıdır. Ancak kesinlikle o kişiye konuyla ilgili şahsî hükmünü sormamalıdır. Bunu yaparsa yahut delilini sormadan o kişinin verdiği hükme tâbi olursa bu durumda mukallid olur.27 Bundan kaçınılmalıdır, “Zira kavillerin arasını temyiz edemeyen, kavilin kaynağını bilemeyerek körü körüne taklid yolunu tutan avam, ilgili âyetin delaletiyle28 ne Allah’ın hidayet ettiği kimselerden ve ne de akıl sahibi kimselerden addedilebilir. Bu gibi kimseler hakkında “Allah’ın emrine muhalefet edenler kendilerine ârız olacak bir fitneden ve başlarına gelecek elim azaptan sakınsınlar [Nur, 24/63]” âyeti nazil olmuştur.29
Burada kendisine soru sorulan kimsenin aslında bir ravi gibi görülmesi gerektiği ifade edilerek bu kavile uyan kimsenin rivayete tâbi olduğu ima edilmektedir. Bu yaklaşıma göre kendisine rivayet edilen konuya tâbi olan kimseye mukallid demek mümkün değildir. Burada geliştirilen yeni bir kavramdan hareketle konuya farklı bir boyut kazandırılır. Buna göre müctehid imamların delile dayanmaksızın fetva vermeyi yasakladıkları hususu göz önüne alınırsa delilini bilerek bir hükme tâbi olan kimseye mukallid denemez. Bu kişi ya ravidir yahut da “müteallim ve müsterşid”dir. Bu durum yasaklanmış değildir. Böyle bir yola başvuran kimse de dininde kusurlu olan ve basiret üzere bulunmayan kimse mesabesinde değildir.30 Dolayısıyla “Eğer bilmiyorsanız, bilenlere sorunuz [Nahl, 16/43]” âyetinin ictihad etmeye muktedir olmayanların bir müctehidi taklid etmelerinin caiz olmasına delil gösterilmesi doğru değildir.31 Ayrıca ilk asır âlimlerinin ibadetleri de işin içine katarak “Avamın mezhebi yoktur. Avamın mezhebi fetva sorduğu kimsenin fetvasıdır” sözünün de ictihad etmekten aciz kimselerin müctehidleri taklid edebilecekleri yönündeki kanaat için delil olarak kullanılması doğru değildir.32
Avamın delile tâbi olması aslında, hata etme ihtimali bulunan müctehidlere tâbi olmak suretiyle onlarla birlikte hataya düşme ihtimalinden kendilerini korur. Zira doğrudan müctehide değil de, delile tâbi olan kişi delilin hatalı olduğuna kanaat getirdiğinde başka bir delile tâbi olabilir. Hatta bu durum kimi mezhep müntesibi âlimler için de geçerlidir. Onlar imamlarının hatalı oldukları konularda başka imamların görüşlerine tâbi olmaktan çekinmemişlerdir.33 Avam bunu yaparken ruhsatlan tercih eden bir tavır takınmaktan kaçınmalıdır. Hevâsına göre mevcut görüşlerin en kolayını tercih eden kimse dini oyuncak haline getiren bir kimsedir.34
Görüldüğü gibi bu ifadeler yukarıda yer verilen taklid-ittiba ayrımının bir uzantısıdır. Bu meselenin daha özel bir alanı avamın doğrudan hadisle amel edip edemeyeceği meselesidir. Reşid Rıza, İmam Ebu Yusufun “Avamın doğrudan hadisle amel etme hakkı yoktur, avam fukahaya tâbi olmalıdır” sözünün çok üst düzey bir bakış açısıyla meselenin ele alınması durumunda kendi kanaatleriyle çelişmediğini, kendi teklifinin avamın belirli bir müctehid veya mezhebi değil delili esas kabul ederek yetkin kişilerden bunu sorması olduğunu ifade eder. Avam kimi âlimlerin beyanına göre anlamı açık olan hadislerle dahi amel edebilmelidir. Şu halde avamın, anlamı açık olan âyetlerle amel edebilmesi evleviyetle caiz olmalıdır.35
Daha sonra bir vesileyle tekrar dile getirilen bu görüş,36 Hanefî mezhebindeki fetva örnekleriyle delillendirilme cihetine gidilir. Hidâye’de yer alan şu örnek bu açıdan önemlidir:
Hacamat yaptıran kişi bu yüzden orucunun bozulduğunu zannederek bilerek yiyip içse hem kazâ hem de kefaretle yükümlü olur. Çünkü doğrudan zannına dayanmıştır ve zan ilim ifade etmez. Ancak aynı kişi bir müftüye sorarak orucunun bozulduğu fetvasını alsa yükümlülükten kurtulur. Zira fetva kendisi hakkında şer‘î bir delildir. O kişi fetva sormayıp kendisine ulaşan bir hadisle amel etse yine sorumlu olmaz. Çünkü Rasulullah’ınsözü müftünün fetvasından daha aşağı kalır değildir.37
Avamın hadisle doğrudan amel edebilmesine verilen cevaz bazı sorulan beraberinde getirmiştir. Bunlar içerisinde Reşid Rıza’ya yöneltilenlerden birisi âmmînin bildiği dinî meselelerde fetva verme hakkının olup olmadığıdır. O, âmmînin iyice anladığı dinî bir meselede kendi içtihadıyla fetva vermesinin caiz olmadığını, ancak güvendiği bir âlimden öğrendiği bir meseleyi, hafızasına ve anlayışına güvenmesi durumunda bir başkasına nakletmesinin caiz olacağını söyler. Ancak bu ifadeye düşülen kayda göre bu fetvanın aktarıldığı kişinin bununla amel etmesi caiz değildir.38
Yukarıdaki değerlendirmelerde son derece yüksek standartlar getirilmektedir. Bu durumda şöyle bir soru ortaya çıkmaktadır: İslâm dünyasında bulunan ve Reşid Rıza’nın verdiği kıstaslara uymayan milyonlarca ‘mukallid’ Müslümanın durumu ne olacaktır? Ona göre aslında yine bir yanlış davranış olmasına rağmen yaşanılan çağda avamın müctehid imamları taklid etmesi dahi söz konusu değildir. Avamın yaptığı birbirini taklid etmekten ibarettir ve bu sebeple birtakım yanlışlıklara, bid‘at ve hurafeye saplanmış durumdadır. Dolayısıyla halkın dört mezhebe tâbi olduğu iddiası da doğru değildir.39 Zira mezhebin usûlüne dair bildikleri bir şey yoktur; mezhebleriyle ilgili olarak bildikleri yalnızca atalarından duydukları ve fazlasıyla gündeme gelen ihtilaflı birkaç fıkhî meseleden ibarettir. Mevcut durumda bu evsaftaki milyonlarca Müslümana İslâm’ın daveti tam manasıyla ulaşmış değildir. Şu halde yapılacak olan, bu kimselere, tıpkı Rasulullah ve ona tâbi olan ilk neslin yaptığı gibi, Kur’ân’ın davetini doğru bir şekilde yeniden ulaştırmaktır.40 Bu yapılmadığı ve kolay olan din öğretilmediği için halk dini yaşamayı terk etmiş ve yöneticiler de yabancı kanunları almışlardır.41
Dipnot:
1. Reşid Rıza, ‘‘el-Muhâveretü’s-sâniye”, MM, III/29, 678; a.mlf., el-Vahdetü’l-İslâmiyye, V 8-9.
2. Reşid Rıza. “Fetâvâ’l-Menâr, (et-Taklîd ve’l-mezâhib ve cemü’l-Müslimîn ale’l-Kitâb ve's-sünne), MM, XVH/7, 502; a.mlf., Fetâvâ, IV, 1279. Benzer bir kaynak listesini bu ' makaleden önceki bir tarihte kaleme aldığı bir yazıda da nakletmektedir, bk. “Fâtihatü kitabı Muhâveratü’l-muslih ve’l-mukallid, MM, DC/ll, 823; a.mlf., el-Vahdetü’l- İslamiyye. s. Vl-VII [ze-ha]. Bu makalesinde Menâr’daki yazılarında İbnü’l-Kayyim’den fazlasıyla etkilendiğini belirtmekte ve taklidle ilgili konulan işaret ederken bu yazılardan başka Muhâverâtü’l-muslih başlıklı kitabını zikretmektedir.
3. Reşid Rıza, “el-Muhâveretü’s-sâdise”, MM, IV/5, 164; a.mlf., el-Vahdetul İslâmiyye.s. 43; a.mlf., “Bâbü’l-es’ile ve'l-ecvibeti’d-dîniyye”, MM, IV/11, 430-431.
4. Reşid Rıza, “Fetâvâ’l-Menâr, (îrâdün alâ terki’t-taklîd), MM, VIII/8, 295-296; a.mlf., “Fetâvâl-Menâr, (Es’ile minel-Bahreyn)”, MM, XXVIII/6, 428-430. Benzer düşünceler için ayrıca bk. a.mlf., “Fetâvâ’l-Menâr, (Hel yûcedü delîlün şeriyyün ale’t-taklîdi’l- a‘mâ?)", MM, XXXIV/9, 690-691; a.mlf., Fetâvâ,VI, 2568-2569.
5. Reşid Rıza tespit edebildiğimiz kadarıyla pek çok âyeti bu çerçevede değerlendirmektedir. Konuyla ilgili olarak bk. “el-Muhâveretü’s-sâniye”, MM, III/29, 677; “Fetâvâl- Menâr, (Es’ile mine’l-Bahreyn)”, MM, XXVlII/6, 424-431; Tefsir, VIII, 21-22; 214-217, XI, 252-253; “Tefsîrü’l-Kur’âni’l-Hakîm", MM, XXI/9, 661-662; “Tefsîrü’l-Kur’âni’l- Hakîm”, MM, XXII/10, 728-730; “Bâbü Tefsîrii-Kur’âni’l-Hakîm”, MM, XTV/3,168. Müellif hemen her vesileyle bu konuya temas ettiğinden burada yer verdiklerimiz dışında ayrıca MM'daki yüzlerce makale kaynak olarak gösterilebilir.
6. Reşid Rıza bu çerçevede Râzî’den “Taklid, istidlâlin men edilmesidir; istidlâl ise vacibdir. Taklid hidayete ermek için Kur’ân üzerine tedebbür edilmesinin yasaklanmasıdır. Halbuki tedebbür vacibdir” ifadelerini nakletmektedir. Tefsir, V, 295-296; a.mlf.,“Bâbü Tefsiri’l-Kur’âni’l-Hakîm”, MM, XTW6, 422.
7. Reşid Rıza, Tefsir, XI, 252; a.mlf., “Tefsîrü’l-Kur’âni’l-Hakîm”, MM, XXXII/9, 650.
8. Reşid Rıza, Tefsir, VIII, 21; a.mlf., “Tefsîrü’l-Kur’âni’l-Hakîm”, MM, XXI/9, 661.
9. Reşid Rıza, Tefsir, IV, 62.
10. Reşid Rıza, Tefsir, XI, 253-254; a.mlf., “Tefsîrü’l-Kur’âniTHakîm”, MM, XXXII/9, 651- 652.
11. Reşid Rıza, Tefsir,VIII, 169-170; a.mlf., “Tefsîrü’l-Kur’âni’l-Hakîm”, MM,XXII/6,423- 424. Burada mukallidlerin delile rağmen fukaha kavillerini kabul etmeleri Reşid Rıza tarafından “helali haram, haramı helal kılma” olarak görülmekte ve bu kimseler “üstadlarını rabler edinmiş olmakla” itham edilmektedir.
12. Bu yöndeki nakiller için bk. Reşid Rıza, “el-Muhâveretü’l-âşira”, MM, IV/14, 526- 528; a.mlf., “el-Muhâveretü’l-hâdiyete aşerete”, MM, IV/15, 572-573: a.mlf., “el- Muhâveretü’s-sâniyete aşerete", MM, IV/18, 692-694; a.mlf., “el-Muhâveretü’s-sâlisete aşerete”, MM, IV/22,852-853; a.mlf., “Fetâvâ’l-Menâr, (Es’ile Mağribiyye min âsımeti'l- bilâdi’l-İsbâniyye”, MM, XXII/6,431-432; a.mlf., el-Vahdetü’l-lslâmiyye, s. 87-89; 95-98; 106-107.
13. Hadise tâbi olma vurgusunu önceleyen nakiller için bk. Reşid Rıza, “el-Muhâveretul- âşira”, MM, IV/14, 528-529; a.mlf., el-Vahdetü’l-İslâmiyye, s. 89. Hadis nedeniyle mezhep görüşünün terkiyle ilgili olarak ayrıca bk. a.mlf., “el-Muhâveretü’s-sâlisete eşenete", MM, IV/22, 855-856; a.mlf., el-Vahdetü’l-İslâmiyye, s. 109-110.
14. Reşid Rıza, “el-Muhâveretü'l-âşira”, MM,IV/14, 51İ9: a.mlf., et-Vahdetü.’l-Islâmiyye, s,89,92, Ayrıca bk. “el-Muhâvcrütü’l-hâdiyete aşerete”, MM,IV/15, 569 vd.
15. Reşid Rıza, “el-Muhâveretül’t-tâsi'a”, MM,IV/10, 369, a.mlf., el-Vahdeturl-Islâmiyye,s. 81-82. O yukarıda ictihadla ilgili kısımda değinildiği üzere bu kabil faaliyetlerde bulunan kişilerin 'müntesib müctehid’ olarak görüldüğünü İfade etmekteydi.
16. Reşid Rıza, "Fetva'l Menar,(Müşkiletân fii-kazâil-Îslâmi’,MM,X/8,631-632;a. Mlf., Fetava, 2, 628, O, ulü'l-emrin müşavere yoluyla istinbatta bulunmaları ve bunu yaparken adaletin ikamesi, mefsedetin ortadan kaldırılması, maslahatların gözetilmesi gibi üzerinde ittifak hasıl olan birtakım asıllan gözetiyor olmaları nedeniyle ortaya çıkan hükmün hiçbir şekilde taklid olarak nitelenemeyeceğini, bunun “mahzâ ictihad” olduğunu ifade etmektedir.
17. Reşid Rıza, “Fetâvâ’l-Menâr, (îrâdün alâ terki’t-taklîd)”, MM, V1II/8, 295.
18. Reşid Rıza, “el-Muhâveretü’t-tâsi‘a”, MM, IV/10, 368; a.mlf., el-Vahdetü’l-Îslâmiyye, s. 81; a.mlf., “Fetâvâl-Menâr, (Es’ile mine’l-Bahreyn)”, MM, XXVlII/6, 432; a.mlf., “Fetâvâ’l-Menâr, (Müşkiletân fi’l-kazâi’l-lslâmî)”, MM, X/8, 631-632; a.mlf., Fetâvâ, II, 627-628; IV, 1959-1960. Bu konuya daha önce içtihadın konusu/sahası bahsi ile ulü’l- emrin içtihadı konusunda temas edildiği için burada ayrıntıya girmiyoruz. Burada dikkati çeken husus Reşid Rıza’nm ulü’l-emrin hükümlerine tâbi olmayı açık bir şekilde ‘taklid’ olarak nitelemesidir. “İnsanlara düşen bu sahada ulü’l-emri taklid etmek, onlara tâbi olmaktır”, bk. Reşid Rıza, “Bâbü’s-süâl ve’l-fetvâ, (el-Es’iletü’l-Bârisiyye)”, MM, VII/10, 379; a.mlf., el-Vahdetü’l-lslûmiyye, s. 129.
19. Reşid Rıza, “Fetâvâl-Menâr, (Es’ile mine’l-Bahreyn)”, MM, XXVI11)6, 432; a.mlf., Fetâvâ, İV, 1960.
20. Reşid Rıza, “Fetâvâ’l-Menâr, (îrâdün alâ terki’t-taklîd)”, MM, VM/8, 294-295.
21. Bu konu 3. bölümde ayrıntılı bir şekilde ele alınacaktır.
22. Mesla fok, Suyuti, er-Red, s. 120-132; Dihlevî, İthafii’n-Nebîh, s. 107-108.
23. Reşid Rıza, “el-Muhâveretti’t-tâsi'a", MM, IV/10, 369; a.mlf., el-Vahdetü’l-İslâmiyye, s. 81.
24. Reşid Rıza, “el-Muhâveretü’s-sâlisete aşerete”, MM, IV/22,852-853; a.mlf,,el-Vahdetü’l- İslâmiyye, s. 106-107.
25. Reşid Rıza, “Fetâvâl-Menâr, (Es’ile mine’l-Bahreyn)”, MM, XXVIII/6, 432; a.mlf., Fetâvâ, IV, 1960.
26. Reşid Rıza, Tefsir, V, 238-239; a.mlf., “Bâbü Tefsîri’l-Kur’âni’l-Hakîm”, MM,XIV/3, 168. Burada Abduh’un da benzer düşünceleri aktarılmaktadır. Reşid Rıza, taklid taraftan olduğunu iddia ettiği bazı kişilerin hadis olarak naklettikleri “Kim bir âlimi taklid ederse Allah'a sâlim bir şekilde kavuşur” sözünün hadis olmadığını ifade etmektedir, bk. “Fetâvâ’l-Menâr, (Es’ile min sahibi’l-imza bi-Beyrut)n, MM,XXXTV/10, 759.
27. Reşid Rıza, “Fetâvâ’l-Menâr, (el-Avâm ve’l-havâs)”, MM,XX/7, 22.
28. Reşid Rıza, “el-Muhâveretü’s-sâmine”, MM,IV/8,282-283; a.mlf., el-Vahdetü’l-îslâmiyye, s. 60-61.
29. Reşid Rıza’mn zikrettiği âyet şudur: “Kavli dinleyen ve en güzeline tâbi olan kullarımı müjdele! Allah onlara hidayet etmiştir ve onlar akıl sahibi kimselerdir” [Zümer, 39/17- 18]
30. Reşid Rıza, “el-Muhâveretü’l-hâdiyete aşerete”, MM,IV/15, 571; a.mlf., el-Vahdetü’l- İslâmiyye,s. 94-95.
31. Reşid Rıza, “el-Muhâveretü’l-âşira”, MM,IV/14, 521-522; a.mlf., “el-Muhâveretü’l- hâdiyete aşerete”, MM,IV/15, 571; a.mlf., “Bâbü’l-es’ile ve’l-ecvibeti’d-dîniyye”, MM, IV/11, 430-431; a.mlf., el-Vahdetü’l-İslâmiyye,s. 83-84, 94-95.
32. Reşid Rıza mezkûr âyetin bu çerçevede kullanılamayacağım ispatlamaya matuf iki sebep daha zikreder. Bunlardan ilki âyetin nazil olma sebebinin taklidle bir ilgisinin olmaması, İkincisi ise âyetin inanç meseleleriyle ilgili olmasıdır, bk. “el-Muhâveretü’s- sâmine”, MM,IV/8, 283-284; a.mlf., el-Vahdet’l-İslâmiyye,s. 61-62.
33. Reşid Rıza, “Fetâvâ’l-Menâr, (Mezhebü’l-âmmî)", MM,VII/16, 613; a.mlf., Fetâvâ,I, 239.
34. Reşid Rıza, “el-Muhâveretü’l-âşira”, MM, IV/14,522-523; a.mlf., el-Vahdetü’l-İslâmiyye, s. 84-85; a.mlf., Tefsir, VIII, 167; a.mlf., ‘"Tefsîrü’l-Kur’âni’l-Hakîm”, MM, XXII/6, 421. Reşid Rıza’run burada taklid olarak zikrettiği bazı örnekler aşağıda mezhep görüşünün terk edilmesi başlığı altında ele alınacaktır.
35. Reşid Rıza, “Fetâvâ’l-Menâr, (Mezhebü’l-âmmî)”, MM, VII/16, 613; a.mlf., Fetâvâ, I, 239. Benzer bir düşünce telfîk meselesiyle ilgili olarak aşağıda ele alınacaktır.
36. Reşid Rıza, “el-Muhâveretü’l-âşira”, MM, IV/14, 524-525; a.mlf., el-Vahdetü’l-îslâmiyye, s. 86-87.
37. Reşid Rıza bir fetvasında âmmînin Sünnet kitaplarını mütalaa edebilmesinin caiz olduğunu hatta hadisle ilgili kimi uzmanlık gerektiren konularda bir âlimden destek alarak hadis rivayet etmesinin dahi caiz olacağını söylemektedir. “Fetâvâ’l-Menâr, (Ukûdu damâni’l-hayât ve’l-mâl mine’t-telef ve’l-mekûs ve kırâatü’l-âmmî li’l-hadîs)”, MM, XXIV/2, 95. Benzer bir soru, hadis de dahil dinî kitapların mütalaasıyla ilgili olarak sorulmuş, Reşid Rıza bunda bir sakınca olmadığı görüşünü tekrarlamıştır, bk. “Fetâvâ’l-Menâr, (Kırâatü’l-âmmî li’l-kütübi’d-dîniyye)”, MM,XXIX/4, 272-273. Bu soru yaklaşık bir yıl sonra bir kez daha sorulmuştur. Buna verilen cevapta ise âmmînin fıkıh ve akaid kitapların okuduğundaki anlayışına güvenmemesi gerektiği vurgulanmış ve önce bir âlimden ders alması, ardından o âlimin desteğiyle anlaşılması kolay olan kitapları mütalaa etmesi salık verilmiştir. “Fetâvâ'l-Menâr, (Es’ile muhtelife min Beyrût, Kırftatü’l-âmmî li kütübi’d-dîn)", MM, XXX/7, 511.
38. Reşid Rıza, “el-Muhâveretü’l-âşira”, MM,IV/14, 525; a.mlf., el-Vahdetü’l-İslâmiyye,s. 87. el-Hidâye’deki ifadeyi krş. Merğinânî, el-Hidâye,I, 327-328. Reşid Rıza, el-Kâfive el-Hamidiadlı eserlerde ise konuyu tamamlayıcı daha açık ifadelerin bulunduğunu ve mezhep içinde buna sadece Ebu Yusufun karşı çıktığının belirtildiğini ifade eder. Burada yer verilen örnek ve eserler Dihlevfnin ictihadla ilgili risalesinde de yer almaktadır. Krş. Dihlevî, Ikdu’l-cîd,s. 35-36. el-Hidâye'de yukarıdaki görüş İmam Muhammed’e nispet edilmektedir. Ebu Yusufun ise âmmînin fukahaya iktidâ etmesinin gerekli olduğu, doğrudan hadisle amel etme hakkı bulunmadığı gerekçesiyle karşı çıktığı belirtilmektedir, bk. Hidâye,I, 238.
39. Reşid Rıza, “Fetâvâ’l-Menâr, (Kırâatü’l-âmmî li’l-kütübi’d-dîniyye)”, MM,XXIX/4,273.
40. Reşid Rıza, “el-Muhâveretü’t-tâsi‘a”, MM,IV/10, 370-371; a.mlf., “Fetâvâl-Menâr, (Es’ile mine’l-Bahreyn)”, MM,XXVIII/6, 431; a.mlf., el-Vahdetü’l-İslâmiyye,s. 82.
41. Reşid Rıza, “el-Muhâveretü’s-sâmine”, MM,IV/8, 285; a.mlf., el-Vahdetü’l-İslâmiyye,s, 63.
Reşid Rıza, “el-Muhâveretü’t-tâsi'a", MM,IV/10, 371; a.mlf., el-Vahdetü’l-İslâmiyye,s, 83.
Not: Bu metin Özgür Kavak'ın Modern İslam Hukuk Düşüncesi adlı kitabının Taklid ve Mezhep Bağlılığı başlıktan alınmıştır.
Mustafa YILMAZ
Bugün Puthanede İbrahimiz! Yarın Ne Olacağız?
Urvetü`l Vuska - Tüm hakları saklıdır. ® 2014 - Sitede bulunun içerikler ve analizler kaynak gösterilerek alıntılanabilir. Networkbil.Net