
- 11-08-2014
- 0 yorum
- 2021 okunma
Bu sayfaların yazarı her ne kadar İslami bir hareketin üyesi olmamışsa da, bu konuda yazı yazacak kapasiteden uzak bir yabancı da değildir. En azından bu sayfalar için seçtiği konuya muttali bir kimsedir.
Öğrenim yolunda rehber edindiği ve varisi olduğu düşünsel yapının gereği olarak İslami hareketlerle ilgilenmek, bu sayfaların yazarının önemli kaygılarından birisi olmuştur. O, Ezher ve Daru'l Ulum'da öğrenim görmüş, İslami ilimlerde akademik olarak uzmanlaşmış ve İslam düşüncesinin çeşitli konularına ömür vermiş bir kimsedir. Siyasi ve düşünsel yaşamının belli bir döneminde bu hareketlerin yoluna/yöntemine karşı çıkan biri olmuş ve bu karşı çıkış, söz konusu hareketlerin, onun ilgi sahasına girmesine neden olmuştur.
Bu ilgiler giderek artmış ve İslami hareketlerin edebiyatının büyük bölümünü, bu hareketlerin tavır, faaliyet ve fraksiyonları arasındaki med-cezir ilişkilerini sürekli takip etme seviyesine ulaşmıştır. Bu asrın son çeyreğinde, ilgileri doruğa ulaşmış ve elinizdeki sayfaların yazarı, Müslümanların dünyasını yenilemek yolunda İslam düşüncesinin yenilenmesi için çalışan düşünce neferlerinden biri olarak aklını, vicdanını, düşünsel üretim yeteneklerini İslami uyanış davasının hizmetine sunmuştur.
Söz konusu ilgi artışının somut göstergesi olarak, yazar İslam kütüphanesine çağdaş İslami hareketlerin düşünce ve faaliyetleriyle ilgili birçok kitap, araştırma ve makale ile katkıda bulunmuştur.
İslam Düşüncesinin Akımları kitabında tarihi kökenleri ve kültürel temelleri inceledikten sonra, Modern İslami Uyanışın Akımları incelemesini yapmıştır. Sonra Şeyh Hasan el-Benna (1907-1949) ve İhvan-ı Müslimin cemaati, ardından Mevdudi (1902-1979) ve Cemaati İslami, daha sonra Seyyid Kutub (1907-1967) ve İslami Reddediş akımı, ayrıca Cihad cemaati ve Yitik Fariza ile ilgili araştırmaları neşredilmiştir.
Bu düşünsel faaliyeti gerçekleştirdikten sonra yazarın İslami Reddediş akımının fraksiyonlarının yazılarına yönelik ilgisi daha da artmış ve bu yazıları ilmi bir araştırma haline getirebilmek gayesiyle toparlamaya başlamıştır.
Şu halde bu sayfaların yazarı her ne kadar çağdaş bir İslami hareketin üyesi değilse de bu konu hakkında konuşmak için yeterli bir donanıma sahip olduğu inancındadır.
Gördüklerimize ilaveten -ki bu çok önemli bir ilave olacaktır- yazarın çağdaş İslami hareketlerin faaliyet ve düşüncelerine yönelik ilgisi sırf bunları inceleyerek kitap veya araştırma yazıları neşretmek için olmamıştır. Bu ilgi aslında -silahlı düşüncesi olan bir mücahidin- aynı savaştaki kardeşlerine, aynı mücadele hendeğindeki yoldaşlarına olan ilgisidir. Ki hepimiz bu ümmeti diriltmek, gasp edilmiş istiklalini kazanmak ve uyanışını İslam'la gerçekleştirmek için cihad ediyoruz. Bu 'akademik-mesleki' bir ilgi değildir. Bu, en hassas seviyede düşünceye malik olan bir uzvun, bedenin diğer uzuvlarına gösterdiği bir ilgidir: Bu beden İslami uyanış kışlasında dimdik duran genç kuşağın bedenidir.
Günümüz İslami hareketler benim için sırf bir inceleme malzemesi değildir. Bunlar İslami bir ümit, ümmetin özlenen uyanışına lider olmaya adaydır. Biz bu hareketlerin ümmete hakiki bağımsızlığını, gerçek kalkınmasını ve adil gücünü kazandıracağına inanıyoruz, işte ümmet, o zaman yine dünyanın önderliğine sahip olacak ve insanlığın gidişatını yönlendirmede tabii ve özgün katkısını yapacaktır.
Bu hareketler kendi kendilerine ayakta durabilecek düşünsel güce sahip yegâne hareketlerdir. Ümmetin kitlelerini harekete geçirerek onları öze döndürecek ve bu öze yönelik saldırıları geri çevirerek İslam ümmetinin özününün gerçekleşip serpileceği medeniyet projesini tahakkuk ettirecek mimarlar da onlardır. Onların bu düşünsel güce sahip olmalarının nedeni temelde İslam medeniyeti kimliği havzasında olmalarıdır. Dolayısıyla eylemin ipleri ve İslami kitleleri harekete geçirme yeteneği malzeme ve araç olarak onların ellerindedir. Özlenen İslami değişim birinci derecede bu hareketlerin yararına olacaktır. Böylelikle dün olduğu gibi yarın da büyük bir kitlesel sempati ve giderek artan sevgi, bu hareketlere yönelecektir.
Yine büyük bir farz-ı kifaye ve toplumsal şer'i bir yükümlülük olan iyiliği emretmek, kötülükten sakındırmak fariza ve yükümlülüğünü, hak yolda karşılaşılan zorluk ve güçlüklere karşı hakkı ve sabrı tavsiye görevini ifa eden de bu hareketlerdir. Yani onlar kitlenin yardımıyla ona niyabetten bu yükümlülükleri yerine getiren İslam'ı kuşaklardır.
Bu İslami hareketler, etkin ve faal İslami potansiyelleri kuşatan ve onları uygun, yararlı mekânlarda kullanarak laiklik, Batılılaşma, modernleşme, sapma, inkâr, çözülme ve depolitizasyon akımlarının etkisine düşmekten kurtaran örgütsel bir çerçeve oluşturmaktadır. Onlar -geleceğin malzemesi olan- ümmetin genç kuşaklarını kadercilikten, çözülmeden ve laik örgütlerin sürekli taze kanla besledikleri yapılara düşmekten kurtarmaktadır.
Onlar biz, biz onlardanız; onlarla varız ve onlarla beraberiz. Aynı sahada hep beraber, aynı kampta hep birlikte ve aynı hendekte omuz omuza duruyor, cihad ediyoruz, ihtilafa düşmemiz; düşünce, yöntem ve alternatiflerde çağdaş İslami hareketlerin bazı fraksiyonlarına muhalefet etmemiz bu gerçeği değiştirmez.
Bunlar, şu sayfaların yazarının çağdaş İslami hareketlere ilgisi, onlara karşı tavrı ve onların kendisi için ifade ettiği değeri belirtmek içindi.
Bu çerçevede yazımızda bazı yönlerini ele alacağımız kritik, temelde İslami bir yükümlülük olan uyarı görevinin yerine getirilmesi olarak görülmelidir. Yüce Allah'ın yükümlü kıldığı bu farz-ı kifaye ve toplumsal şer'i yükümlülük, imkân ve ihtisas sahiplerinin üzerine düşmektedir. Yürüdüğümüz yolu değerlendirmek, çabalarımızı doğruya yönlendirmek ve hedeflere varmayı garantilemenin yolu budur. «Din nasihattir, Allah için, Rasulü için, Müslümanların imamları ve umum için.» (Buhari, Müslim). Bu noktada çağdaş İslami hareketler İslam ümmeti ve Müslümanların umumu için siyasi, toplumsal ve düşünsel «imamet» mevkiinde bulunmaktadırlar.
Çağdaş İslami hareketlerin bazı fraksiyonlarına yönelik tenkitler yapan yazarın, bu tenkitlerinde dayandığı ölçü İslami bir ölçü ve İslami bakışın temel bir özelliği olan kuşatıcı İslami vasatiliktir. Bu; iki zulüm arasındaki adalet, iki batıl arasındaki hak, iki sert tavır arasındaki itidal, aksaklık ve bozulmayı gideren, gerçekleri ancak tek yönüyle görebilen içe dönük bakışı, sertlik ve ön yargıyı önleyen dengeliliktir. Bu olumsuzluklar, hakkın unsurlarını arzu, sapma veya meyletme olmaksızın bir araya getirmeyi engelleyen faktörlerdir. Yüce Allah ne kadar doğru buyurdu: «Sizi insanlara şah id olasınız ve Rasul de size şahid olsun diye işte böyle vasat bir ümmet kıldık.» (Bakara, 142). Rasul (s) ne kadar doğru söylemiştir: «Vasatilik, adalettir. 'Sizi vasat bir ümmet kıldık.'» (İbn Hanbel).
Aşağıdaki satırlarda ele alınıp tenkid edilecek olan aksaklıklar, esas itibariyle çağdaş İslami hareketlerin kuşatıcı İslami vasatilik ölçülerini gerek düşünce, gerekse eylem planında gözden kaçırdıkları noktalardır.
Aşağıda zikredeceğimiz aksaklıklar bunlardan örnek olması için seçilmiş hususlardan ibarettir:
a. 'Çok seslilik'in anlaşılmasında ve onun geçerliliğine olan inançta görülen aksaklık.
b. "Yabancı" kültürün tasfiyesinde görülen aksaklık.
c. 'Yöresellik' ile 'İslami evrensellik' arasındaki ilişkide görülen aksaklık.
d. "Tarih ile bugünün", "ölüler ile dirilerin" ilişkisinde görülen aksaklık.
e. "Hareket" "düşünce" ilişkisinde görülen aksaklık.
f. "Ruhi terbiye" ile "siyasi terbiye" ilişkisinde görülen aksaklık.
g. "Potansiyel" ile "hürriyet" ilişkisinde görülen aksaklık.
a. 'Çok Seslilik'in anlaşılmasında ve onun önemine olan inançta görülen aksaklık:
Çağdaş İslami hareketlerin -mübalağasız- çoğunluğu, gerek düşünsel yaklaşımlar, gerekse örgütsel yapılar olarak 'çok seslilik' olayına düşmanca ve şüpheyle yaklaşmakta, bu olgunun meşruluğuna, varlığının önem ve gerekliliğine inanmamaktadır.
Bu karşı çıkış, sırf İslami sahada tek başına olma Ve kitlelere tek başına sahip olma isteğinden kaynaklanmamaktadır. Bu bir noktaya kadar kabul edilebilir ve anlaşılabilir bir istektir. Ama bu karşı çıkış temel bir aksaklıktan kaynaklanmaktadır. Bu aksaklık, söz konusu hareketlerin, üzerinde ihtilaf edilmemesi gereken usul ve ilkeleri diğerlerinden ayırt edememelerine yol açmıştır. Üzerinde ihtilaf edilmesi mümkün olmayan usul ve ilkeler, ümmetin varlık ve birliğinin garantisi olan kapsamlı ve çok ciddi hususlardır. Bu usul ve ilkelerle, ikincil [fer'i] meseleler ve şartların değişimine bağlı olarak tespit edilen yol ve yöntemler arasında ayırım yapmada görülen aksaklık büyük bir tehlikedir. Özellikle dünyevî değişkenler noktasında görüş ve metod çokluğu zararsızdır. Hatta bu tür birçok seslilik, düşünce zenginliği için umut verici bir gelişme ve aklın içtihad ve yaratma şevkinde etkili bir faktör olabilir. Böyle birçokluk, hata ve sapmalara karşı uyarıcı, herkesin hata ve ayıplarını görebileceği bir ayna vazifesi icra edecektir. Müslümanlar da bu oto kontrol sayesinde eksikliklerini görebilecek ve bunları gidermeye çalışacaklardır.
İslam düşünce tarihi, daha ilk asırda güzel bir sünneti benimsemiştir. Bu, İslam'ın birleştirici Vasatilik' sünnetidir, İslam'ın üzerine yapılandığı temel usul ve ilkeler hakkında içtihad edilemeyeceğini biliyoruz, öyleyse İslam Ümmeti'nin üzerinde ihtilaf edilemez birlik platformu budur. Usul ve kaidelerden oluşan bu platformda çok seslilik söz konusu değildir. Ama bu usul ve kaideler üzerine bina edilmiş ikincil meseleler hakkında içtihad etmek, caiz hatta gerekli bir husustur. Çünkü üstte sözünü ettiğimiz İslam'ın güzel sünneti, bir müçtehidin içtihadının başka bir müçtehid için bağlayıcı olmayacağını bize öğretmiştir. Bu sünnetin gereği olarak her müçtehidin, kendisine danışan izleyicileri vardır. Vasatilik sünneti, İslam'ın yukarıda zikrettiğimiz alanlarda çoksesliliği ikrarının açık ilanıdır. Bu çokseslilik, düşünce ve uygulamalarda olabileceği gibi, bunun için gerekli olan araçlar (örgütler, gruplar vd.) için de söz konusu olacaktır.
Söz konusu aksaklığın temelinde bizim kanaatimize göre İslam'ın bu güzel ve özgün sünnetinin çağdaş İslami hareketlerin birçoğunun gündemine girmemesi yatmaktadır. Bu da o hareketlerin, çok seslilik mefhumuna kuşku ve düşmanlıkla yaklaşmalarına yol açmıştır.
Yaşayan İslami hareketlerin bir kısmı -belli ölçüde- bu noktaya bilinçli olarak yaklaşmaya çalışmışlardır. Örneğin Tunus ve Sudan'daki İslami hareketlerde bunu görmekteyiz. Mısır'da Cemiyet-i Ser'iyye ile birlikte yaşamaya çalışan ihvan da bu çerçevede örnek gösterilebilirse de bu birlikte yaşama iradesi, çok sesliliğin meşruluğuna olan inançtan kaynaklanmamıştır. Ama bu bile, geniş İslami faaliyet alanında açılacak yeni bir ufuk için incelenebilir bir tecrübe oluşturabilir.
b. "Yabancı" kültürün tasfiyesinde görülen aksaklık
İslam topraklarının hali, nübüvvet metodunun egemen olduğu ilk dönem gibi 'saf İslami' olarak sürseydi, İslami hareketler olgusu gündeme gelmezdi. Ama bu, Allah'ın toplumların hayatıyla ilgili sünnetleriyle çelişen bir durum olurdu.
Yeni fetihlerle gelen genişleme, İslam'ın vakıasına, toplum, devlet ve düşünce olarak 'yabancı'nın karışmasına yol açmıştır. Bu 'yabancı' İslam'ın kaynağındaki duruluğu bozmuş, kendinden bazı şeyleri bu kaynağa akıtmıştır. Bunların bir kısmı yararlı olurken diğer bir kısmı İslam'ın kaynağına zarar vermiştir. Bu yeni olgular, İslami düşünceyi ve İslami vakıayı değişik biçimlerde etkilemiştir.
Fetihler ve fethedilen ülke halkların kültür miraslarının katkısıyla gelen bu 'yabancı'ya bir de geçip giden asırların meyveleri eklenince, akide ve şeriat noktalarında bidatler olarak niteleyeceğimiz yeni hususlar söz konusu olmuştur. Bunlar, akide ve şeriat üzerinde ya artırma-eksiltme ya da tahrif ve saptırmalar şeklinde etkiler yapmıştır.
Medeniyetimize uzun asırlar boyunca egemen olan bu görüntü, çağdaş İslami hareketleri de 'geri kalmışlık mirası'yla karşı karşıya bırakmıştır.
Ümmeti, bu 'geri kalmışlık mirası'ndan kurtarmaya çalışan İslami Uyanış'ın öncü neferleri de çok geçmeden sömürgeci Batı'nın işgalleriyle geriletilmiştir, İslami Uyanış'ın bu öncülerini gerileten ve saf dışı bırakan Batılı sömürgeciler 'geri kalmışlık mirası'nın doğurduğu şaibelerin yanına bir diğerini, 'batılılaşma' şaibelerini eklemişlerdir, işgalci güçler, düşünce, eğitim ve iletişim kurumları vasıtasıyla bu şaibeleri sürekli kollamış ve gelişmelerini sağlamaya çalışmışlardır. Böylelikle geri kalmışlık mirasının oluşturduğu tehlikenin yanına bir de ümmetin İslami kimliğini tamamen yok etmeye çalışan bir dejenerasyon tehlikesi katılmıştır. Giderek şiddetlenen bu imtihan hali, yaygınlık kazanıp halkın akıl ve sağduyusuna dokunmaya başladığında tepkiler oluşmaya başlamıştır, İslam topraklarında, İslami hareketler olarak gündeme gelen bu tepkilerin ilki Cemaleddin Afgani ve Urvetü'l-Vuska Cemiyeti olmuş ve zamanla bu yazımızda hakkında konuştuğumuz diğer hareketler ortaya çıkmıştır.
Şu halde, İslam topraklarında düşünce ve hareket sadece İslami hareketlerin tekelinde değildir. Bu hareketlerin yanı sıra düşünce ve eylem vakıasını onlarla paylaşan 'diğerleri vardır, işte bu noktada, İslami hareketlerin bu 'diğerleriyle olan ilişkisinde aksaklıklar yaşandığını düşünüyoruz.
Örneğin, İslam ülkelerinde düşünce, eğitim ve basın kurumları üzerinde Batı modelinin etkisinden dolayı bu Ümmet'in kuşakları arasında bir batılılaşma akımı ortaya çıkmıştır. Bu akımın taraftarları, Batı'nın pozitivist ekollerini benimseyen, laikliğe çağıran insanlardır. Bu 'laik-diğerleri'nin hepsi ülkeyi, Batı merkezine bağlamaya çalışan uşaklar değildir. Azınlığı oluşturan bir uşaklar topluluğunun varlığına rağmen bunlar ülkenin bağımsızlık ve güçlenmesine karşı çıkan kimseler değildirler. Bunlarla olan ihtilaf, ikincil meseleler üzerinde olan bir ayrılık olmayıp usuli bir ayrılıktır. Bunlara ilaveten bu "diğerleri" arasında az miktarda ateist ve din düşmanı da vardır. Ama bu 'laik diğerin saflarında yer alan çoğunluk, batılılaşma ve laiklik düşüncesine farklı nedenlerden dolayı arka çıkanlardan oluşmaktadır. Bu nedenler arasında, düşünsel oluşum biçimini, yetişme tarzını ve geri dönemlere ait bir İslami alternatif karşısında Batı alternatifini tercih etmesi gibi hususları zikredebiliriz.
Burada İslami hareketlerin ılımlı laik kesimle ilişkilerinde bazı aksaklıklar bulunduğunu söylemek istiyoruz.
İslami hareketlerin büyük bölümü, laiklerin bu kesimini ilişkiye girilmesi ve saflarına çekilmesi 'mümkün olanlar' hanesinden çıkartmıştır. Hatta bunların düşman olma konumundan anlayışlı dostlar ya da en azından tarafsızlar bölümüne taşınmalarını dahi düşünmemektedirler.
c. "Yöresellik" ile "İslami evrensellik" arasındaki ilişkide görülen aksaklık
Akide ve şeriat noktalarında İslam düşüncesinin birliğini temin eden İslam birliği, aynı düşüncenin farklı zaman ve mekânlarda yaşanan İslami vakıaya göre üretimde bulunmasını engelleyici değildir.
Çağdaş İslam'ı hareketlerin bir çoğunda, İslam düşüncesinin bu iki düzlemi arasındaki ilişkide bir aksaklık yaşanmaktadır. Bu aksaklık söz konusu hareketlerin düşüncelerini giderek daha soyut ve teorik bir karaktere büründürmektedir. Bunlar -İslam'ın birliğine bağlı olarak- İslam dünyasını ve bu dünyanın vakıasını tek bir çizgide görmekte, gelişme farklılıklarını, adet, örf, mezhep ve tasavvur farklılıklarını ise görmek istememektedirler.
Oysa aynı hareketler, uygulama ve pratiğe dökme aşamasında koyu bir yöreselliğe boğulmakta, bu da onları yöresel vakıalarıyla baş başa kalmaya mahkûm etmektedir.
İslami hareketler, eğer belli bir 'sınıfın değil, bir 'ümmet'in öncüleriyse ve eğer bu ümmet Gana'dan Fergana'ya uzanan çok geniş bir vatanda yaşıyorsa elbette gelişme, örf, adet, sorun, yol ve yöntemler arasındaki farkları dikkate alacaklardır. Böyle bir platformda, aksaklıklardan uzak bir ilişki biçiminin yerleşmesi ve bunun, Müslümanların düşünce ahengi içerisinde 'bir' olanla 'çok' olan arasındaki dengeyi korumasının önemi ortadadır. İslami açıdan 'yöresellik' ve 'evrensellik'in aksaksız ve sağlıklı birlikteliği ancak böyle sağlanabilir. Ancak bu şekilde, bu ikisinden birinin diğeri karşısında ihmali önlenebilecektir. Çağdaş İslami hareketlerin birçoğunda ise durum tam aksinedir.
d. "Tarih ile bugünün", "ölüler ile dirilerin" ilişkilerinde görülen aksaklık
Çağımız İslami hareketlerinin birçoğunun tarih yorumu, 'tarihi gerileme' düşüncesinin etkisi altında kalmaktadır. Bu yaklaşım, tarih boyunca yaşanan gelişmeyi açıklamak için, duraklama ve gerilemeyi ölçü almaktadır.
Bazı araştırmacılar, tarihin gelişimiyle ilgili bu yanlış yaklaşımın, İslami hareketlerin aşağıdaki hadisle ilgili yorumlarına dayandığını söylemektedirler: «Ümmetimin en hayırlıları, benim içinde bulunduğum asırdakilerdir.» (Müslim, Ebu Davud, imam Ahmed).
Bu görüşteki büyük doğruluk payına rağmen İslami hareketlerin, zaman geçtikçe iyilik ve ilerlemenin gerilediğine inanan yaklaşımlarının oluşumundaki yegâne sebep bu değildir.
Aksaklığın temelinde, bu hareketlerin bugünü değil dünü yaşamaları gerçeği yatmaktadır. Bunlar, dirilerin sorunlarının çözümünü ölülerden beklemekte, değişmez ilkelerle değişebilir hususlar arasındaki ayırımı yapamamaktadırlar. Düşünsel yaratımı küçümseyerek miras alınan kültürü takdis etmektedirler. Hatta daha da ileri giderek 'dinde bidat' ile 'medeniyette ibda'yı birbirine karıştırmakta ve her ikisini birden reddetmektedirler. Sonuç itibariyle mezkûr hareketlerin birçok kesiminde egemen olan bu aksaklığın gözden geçirilerek tashihine gidilmesi zaruri olmaktadır.
İslam ümmetinin bugünkü medeniyet seviyesinin, medeniyetin zirvede olduğu asırlara göre geride olduğu inkâr edilemez bir gerçektir. Ancak bu gerilik, bizatihi medeniyet atılımı ve uyanışın şartlarının hazırlanmamasıyla ilgili bir durumdur. Yani bu gerilik hali, gerilik nedenlerinin ortadan kaldırılmasıyla bertaraf edilebilecek arizi bir durumdur. Yoksa tarihi bir kader' veya tarihsel sürecin vazgeçilmez bir sonucu değildir.
Ümmetin en hayırlı neslinin kendi çağındakiler olduğunu söyleyen Hadis-i Nebeviye gelirsek, bu hadiste söz edilen gerçeğin inceleme ve mütalaaya muhtaç olduğunu görürüz. Bu da bizi, hadis hakkında İslami hareketlerin bir bölümünün anlayışından farklı bir anlayışa götürecektir.
Kanaatim odur ki, söz konusu hadis Peygamber'in nesli için 'mutlak' iyiliği/hayrı değil, 'İslami modelin temellerinin atılması' iyiliğini esas almaktadır. Bu, usul ve temel ilkeler için öngörülen bir iyiliktir. Yoksa sonradan gelenlerin bu temeller üzerinde bina edecekleri feriyyatın ve yapıların iyiliğini ortadan kaldırıcı bir öngörme değildir. Temellerindeki iyiliğe dayanan yapılar da ilk olanların iyiliğini taşıyacaktır.
Bir hadisinde Allah Rasulü (s) de bu anlamda bir ifade kullanmaktadır, İslam'ın tebliğiyle ilgili olarak şöyle buyuruyor: «Nice tebliğ edilen vardır ki, bizzat duyandan daha iyi koruyucu (kavrayıcı)dır.» (Buhari, Müslim, İbn Mace, Tirmizi, Darimi, imam Ahmed). Bu hadis, iyiliği sırf sahabeye ve dini tebliğe ilk muhatap olanlara hasretmemektedir.
İslami hareketlerin çoğunluğunun tarih yaklaşımlarıyla ilgili bu aksaklığı tashih etmek için düşünsel çaba sarf etmeleri gerekli olmaktadır. Bu aksaklık söz konusu hareketleri, 'geçmişte yaşar hale getirmiştir ve hala geçmişte yaşatmaktadır. Yaşadıkları çağa, çoğu zaman sırtlarını dönmektedirler. Ölüler dirilere hükmetmekte, miras kefesi düşünsel yaratım kefesinden ağır basmaktadır.
e. 'Hareket' 'Düşünce' ilişkisinde görülen aksaklık
Çağdaş İslami hareketler -genel itibariyle- Muhammed b. Abdulvehhab (öl. 1792)'ın davetiyle başlayıp Afgani'nin etkileme ve akla önem verme adımlarıyla gelişen islam Birliği akımının meyveleri olan uyanış, diriliş ve yenileme hareketinin çağımızdaki fraksiyonlarını temsil ederler. Bu nedenle söz konusu hareketlerin 'yenilikçi-düşünce' ve 'içtihadçı akıl'a karşı konumları farklılık arz etmektedir. Bazıları Vahhabiliğin 'nasçılığı'na meylederken, bazıları da Afgan'i tarzı akılcılığı ön planda tutmuşlardır. Bu tavırların alınmasında, çevre (şehir-taşra), mezhebi miras gibi faktörlerin yanı sıra karşılaştıkları sorunlar da belirleyici olmuştur.
Yaşayan İslami hareketlerin birçoğunda gözlediğimiz aksaklık; özellikle yirminci yüzyılın bu son çeyreğinde, 'nasçılar' toplamının giderek artması, akla önem verenler arasında da akletme etkisinin giderek zayıflamasıdır. Bu hareketlerdeki düşünsel çabaların, yerini nasçılığa bırakmasında birden fazla faktörün rol oynadığı inancındayız. Öncelikle şunu ifade etmemiz gerekir ki akla önem verme, İslami uyanış akımında 'elit, seçkin' bir kadronun söz sahibi olduğu bir dönemde hakim olmuştu ki bu dönem Afgani'nin yaşadığı dönemdir. Sonraları, laiklik, batılılaşma ve İslami kimliğe yapılan hücumlara göğüs germenin doğurduğu zaruretler, kitlelerin İslam'ın müdafaası için seferberliğini gerekli kılmıştır. Bu, Hasan el-Benna (öl. 1942) ve Müslüman Kardeşler hareketiyle başlamıştır. Kitlelerin devreye sokulmasıyla birlikte İslami hareketlerdeki akli seviye, bu insanların akli seviyelerine inmek ve ona uygun olmak zorunda kalmıştır. Batılılaşma ve İslami kimliğe yapılan saldırıların artması, İslam ülkelerinde kitle desteğine sahip olan partilerin Batı medeniyetinin modeli olan milliyetçiliğe sarılmaları, müslümanlara yönelik tehlikeyi daha da büyütmüştür. Bütün bu gelişmeler, İslami hareketlerin ayrılık ve iç mücadeleye yol açacak hususları rafa kaldırıp vasati çözümleri ön plana çıkarmalarına neden olmuştur. Bu çerçevede İslami hareketlerin saflarında yer alanlar, sorunları artırmaktan başka bir şeye yol açmayacağı düşüncesiyle akli faaliyetten uzak durmuşlardır. Eğitim, kültür ve kitle iletişim araçlarının çoğunda Batı modellerinin egemen olmasından dolayı sürekli artan sosyal ve ahlaki çöküntü de İslami hareketleri, Batı medeniyetiyle ilişkisi olan her şeye karşı tepkisel bir konuma sürüklemiştir. Bilindiği üzere bu medeniyet, aklı kutsamaktaydı. İslami hareketler, 'nakiller'i 'akıl'la kavrayan ve 'aklı' da 'nakil'le dengeleyen İslami akılcılığı Batı'nın hiç bir ölçü tanımayan liberal rasyonalizminden ayırt edemediler. Sonuçta akıldan ve akla başvurmaktan nefret eder hale geldiler. Bu noktada da oldukça sert ve genellemeci tavırlara sahip oldular.
Akla karşı, kâh ihmal, kah nefret ve düşmanlık, kah dışlama olarak gelişen bu tavırlarla çeşitli portreler oluşturdu. Bunlar arasında, 'hareket' ve bilimsel faaliyetle kıyaslandığında 'düşünce' alanının daralmış olması gözümüze ilk çarpan husustur. Aynı şekilde, şiirsel ve kuru hitabet dolu vaazlarla kıyaslandığında 'içtihad' ve 'yenileme' faaliyetlerinin oldukça kısıtlı olduğunu görmekteyiz. Eylem adamları ve davetçilerle düşünce adamları ve düşünce kuruluşları karşılaştırıldığında ikincinin birinciye göre neredeyse yokluğu gözlemlenmektedir. Hatta yaşadığımız yüzyılın son dönemlerinde ismi geçen müçtehid ve düşünce adamlarından çoğu İslami hareketlerin kalıplarından kurtulduktan sonra bir şeyler vermeyi başarabilmişler ve İslami faaliyet sahasında kendilerini ancak böyle kanıtlayabilmişlerdir.
Bu aksaklığın belki de en açık göstergesi şudur: Bu hareketlerden birçoğu şu ana kadar, düşünce kurumları ve adamlarıyla, örgütler ve kitleleri arasındaki ayrımı yapabilecek ilişki ağını kuramamışlardır. Oysa düşünce adamlarının üretim yapma ortamları ve hareket elemanlarının da bunların meyvelerinden yararlanmaları ancak bu şekilde sağlanabilecektir.
Evet, İslami hareketler arasında 'düşünce' ile 'hareket' arasındaki dengeyi kuran dolayısıyla bu aksaklıktan beri olanlar vardır. Ama ben, bunların başarılarının arkasındaki nedenin, söz konusu hareketlerin sadece yönetiminin yenilikçi ve yaratıcı düşünürlerin elinde olması gerçeğine dayanmasından korkuyorum. Yani başarının kaynağında, hareket ve hareket adamlarıyla düşünce ve düşünce adamları arasındaki sağlıklı ilişkinin kurallarının oturmuş olmamasından endişe ediyorum. Bu nedenle, söz konusu aksaklığın halen mevcudiyetine inanıyor ve giderilmesi için çaba sarf edilerek, öldürücü etkilerinin kaldırılması gereğini savunuyorum.
f. 'Ruhi eğitim' ile 'siyasi eğitim' ilişkisinde görülen aksaklık
İslami hareketler, İslam'ın insan hayatının bütün yönlerini kuşatıcı olduğuna inanırlar. Hedefledikleri uyanışın gerçekleşmesinin, Batılılaşma politikalarının etkisi altında kalan insanın içinde bulunduğu düşünsel ve davranışsal bozukluk halini giderecek İslami bir reçeteye bağlı olduğunu bilirler, işte bu nedenlerden dolayı güzel bir sünnet olan ruhî eğitime ağırlık verirler. Bu ruhi eğitim vasıtasıyla Müslümanlar, çeşitli mücadele, tehdit ve sorunlara karşı uygun bir şekilde hazırlanırlar.
Ne var ki kanaatimize göre, ruhî eğitim alanında gösterilen ilgi, siyasi eğitim alanında gösterilmemekte ve bu alanda bir takım eksiklikler yaşanmaktadır. Bu durum, bazen iktidara ve devlete yaklaşma anına kadar ertelenme iddiasıyla açıklanmakta bazen de bu hareketlerin içinde bulundukları düşünsel yoksulluğa bağlanmaktadır. Bu alanda zengin birikime sahip olan laik hareketlere karşı duyulan tepki dolayısıyla İslami Hareketlerin siyasi düşünceye kapılarını kapamaları da söz konusu olabilir. Bu faktörlerin hepsi birlikte etkin olabileceği gibi, daha az veya çok öneme sahip başka faktörlerde İslami Hareketlerdeki bu eksikliklerin arkasında yer alabilirler.
Gerçek şudur ki İslami Hareketlerin içice bulundukları ruhî eğitim-siyasi eğitim ilişkisinde görülen aksaklık ve bunun doğurduğu olumsuzluklar ortadır. Bunun en açık göstergesi, bu hareketlerin saflarında yer alan kadroların büyük bölümünün siyasi alanda yetkinlik vasıflarına haiz olmamalarıdır.
Dini ve ahlaki değerlerden yoksun bir siyaset ve bu siyasete sahip çıkan siyasetçilerin İslami Hareketlerin saflarında yer alması mümkün değildir. Zira bu, İslam'ın asla hoş görmeyeceği bir durumdur. Sahibini, zekâ, deha, feraset ve ince görüşlülükten uzaklaştıran Dindarlık da İslami Hareketlerin kadroları için öngörülecek bir Dindarlık değildir. Siyasi eğitim ve siyasi bilinçle desteklenmeyen bir dindarlık tarzı, gaflete sürükleyebilir. Böyle bir durum bazı iyi kalpli insanlar için normal karşılanabilir olmasına rağmen, halkların gelecekleriyle ilgili sorumluluklar yüklenenler için kesinlikle normal karşılanamaz. Nitekim geçmişte, Sünni düşünce akımlarının hepsine göre imamet ve hilafet seçiminde, dini bakımdan altta olmasına rağmen, dünya işlerinin sevk ve icrasında üstte olanlar diğerlerine tercih edilirdi. Şu halde, günümüz İslami Hareketlerinin, geceleri dua ve zikirle geçiren fertleri gündüzlerin -gerçek- süvarileri ve mahir siyasileri olmalıdırlar.
Batı medeniyetinin temel aldığı ve ahlaki/dini hiçbir kayda bağlı kalmaksızın her şeyi mubah gören Makyavelist siyaset tarzı, İslami açıdan mutlak surette reddedilmesi gereken bir siyaset türüdür. Siyaset, ünlü müçtehid ibn Kayyım el-Cevziye(ö.1350)'nin aşağıdaki tarifinde açıkça ortaya konmaktadır: Siyaset; insanların kendisini gözetmeleri halinde iyiliğe daha yakın, fesattan daha uzak oldukları işlerdir .Bu tarif, siyasinin vakıayı iyi tanıması, liderlik sanatını iyi bilmesi, gelişmelere uygun davranma tecrübesi gibi vasıflarla birlikte Ruhi eğitiminin de sağlam olmasını gerekli kılmaktadır.
İslam Birliği ekolünün temsil ettiği İslami uyanış hareketi ve Urvetü'l Vuska cemiyetini dikkatli inceleyenler, bunların ileri gelenlerinin İslami ahlaka ne de güzel sarılmış olduklarını görürler. Urvetü'l Vuska dergisinde yayınlanan makaleleri iyi mütalaa edenler, bunları yazan kalem sahiplerinin gerek bölgesel gerekse uluslararası siyasi gelişmelere nasıl derin boyutlu yaklaştıklarını, siyasetten ne kadar güzel anladıklarını görürler. Hem de, sömürgeci yayılmacılıkla birlikte giderek daha karmaşık bir hale bürünen, çelişki ve çatışmaların had safhaya ulaştığı siyasi bir atmosferde bu başarıya göstermeleri takdir edilmesi gereken bir başarıdır.
İslam Birliği, çağdaş İslami hareketlerin dikkatle incelemeleri gereken bir modeldir. Böylece, Müslüman siyaset adamını ortaya çıkaracak yolları göreceklerdir. Bu adam, dindarlığı saflık ve gaflete yol açmayan bir Müslümandır. Onun siyaseti, islam ahlakının yüce değerlerinden soyutlanmış makyevelist bir siyaset değildir. Ancak bu şekilde Ebu'l Ala el-Maarrî'nin aşağıda ifade ettiği korkunç taksimi aşabiliriz:
"İnsanlar iki gruptur: Dini olmayan akıllı, aklı olmayan dindar."
g. 'Potansiyel' ile 'özgürlük' ilişkisinde görülen aksaklık
Çağdaş İslami hareketlerin birçoğu, üyelerini liderlere itaata teşvik konusunda, onları eleştirme, sorgulama ve değerlendirme isteğinden çok ileri gitmiştir. Bu itaatin, masiyete yol açmadıkça gerekli olacağının söylenmesi yeterli olmamıştır. Potansiyelin özgürlükle ilişkisinde görülen bu aksaklık, hareket üyelerindeki, tenkid, araştırma ve karşı çıkma cesareti gibi hasletlerin dumura uğramasına sebep olmuştur. Üyelerin bu tarz bir eğitimden geçirilmeleri, İslami hareketlerdeki eğitimin masiyetlerinden biri olarak gündeme gelmektedir. Çünkü bu eğitim, emir, rehber veya imamın görüşünde temsil olan tek-görüşlülüğe yol açmaktadır. Bu yaklaşım, söz konusu hareketlerin birçoğunda bölünme, parçalanma ve fraksiyonlara ayrılma istidadının canlı kalmasını sağlamaktadır. Nitekim tek görüşlülüğün temelinde yatan tek rehber ölünce veya kaybolunca hareket dağılmakta, fraksiyonlara ayrılmaktadır. Çünkü bu hareketlerin birçoğunda rehberin arkasında eğitimli, tecrübeli ve sağlam kadrolar yoktur.
Çağdaş İslami hareketlerin birçoğuna musallat olan bu aksaklık aslında çok eski bir Doğu geleneğinden kaynaklanmaktadır. Bu geleneğe göre halk, ümitlerini tek bir 'kutub'a bağlar ve bütün işleri ona yükler. Bu kutup, halk için tek düşünür, tek lider ve tek komutan haline gelir. Oysa İslam mirasında, şûra denen bir esas bulunmakta, Peygamberin adam yetiştirme mektebinde güçlü bir İslami kaynak yer almaktadır, İslami hareketler bu mirastan gerektiği gibi yararlanarak yaşadıkları bu aksaklığı tedavi etme yoluna gitmelidirler.
Allah Rasulü (s), halk içinde şûraya en fazla başvuran ve şûranın kararlarına en ciddi uyan bir insandı. Ebu Bekir (r) ve Ömer (r)'e şu sözü söyleyen O'dur: "Bir görüşte toplansaydık size asla muhalefet etmezdim." (imam Ahmed). Yine o buyurur ki: "Eğer müminlere danışmaksızın birini emir tayin edecek olsaydım, bir köleyi emir tayin edebilirim." (Tirmizi, İbn Mace, İmam Ahmed).
İslam'ın ve Peygamber mektebinin insan yetiştirmekle ilgili mirası, İslami hareketlerin birçoğunu tehdit eden bu aksaklığın giderilmesi için kâfidir.
Oysa İslami harekelerin birçoğu, hala üyelerini özgür bırakmadan mutlak itaate çağırmaktadırlar. Bunu da, rehber veya emire yapılan biatin bunu gerektirdiği iddiasıyla açıklamaya çalışmaktadırlar, iddialarına delil olarak da aşağıdakilere benzer hadisleri göstermektedirler: "Emirime itaat eden bana itaat etmiş, ona isyan eden ise bana isyan etmiş olur." (Müslim) ve "Emirimde hoşuna gitmeyen bir davranış gören kimse, sabretsin. Çünkü cemaatten bir karış dahi ayrılan, bu hali üzere öldüğünde cahiliyye ölümüyle ölmüş olur." (Müslim).
Bu hareketler, üyelerindeki özgürce tenkid, değerlendirme ve sorgulama yeteneklerini bu tür hadislere dayanarak yok etmekle, nasların yerli yerinde kullanılmamasından doğan ayrı bir aksaklığı yaşatmaktadırlar. Bu tür hadislerin, İslami hareketlerin liderlik kadroları ve emirleriyle ilgili noktalarda delil olarak kullanılması, nasların iyi anlaşılamamasından kaynaklanmaktadır. Peygamber'in kendilerine itaat edilmesini emrettiği bu emirler, ordu emirleri ve askeri komutanlardır. Savaşın patlak verip zirveye ulaştığı bir anda komutanların emirlerinin tenkid ve değerlendirmeye tabi tutulması gibi bir durum söz konusu olamaz. Savaşın orta yerinde Müslümanlar, emirleri kabul edenler ve reddedenler olarak iki safa ayrılamazlar... Yukarıdaki hadisler ve benzerlerinde, itaata teşvik edilen emirler bu tür askeri komutanlardır. Bunların askere hoş görünmeyen talimatlar vermesi halinde dahi, itaat edilmesi vacip ve elzemdir. Ama devlet başkanları ve örgütlerin liderlerine itaat konusunda, Peygamber (s)'in izlediği çok güzel bir sünnet temel alınmalıdır. Bu sünnetin gereği; sürekli şûraya başvurulması ve lider kadroların eğitimine önem verilmesidir.
İtaati, özgürlüğün önüne geçiren bu aksaklık, çağdaş İslami hareketlerin, emirlere ve yöneticilere istişare sunacak kadroların eksikliğini duymalarına yol açmaktadır. Bu aksaklığın yol açtığı olumsuzluklardan biri de farklı düşünceye sahip olanların, hareketten kopmalarına ve karşı tavır almalarına neden olmasıdır. Bütün bunlar, İslami hareketlerin birçoğunda bölünme ve fraksiyonlara ayrılma eğilimini yaygınlaştırmaktadır.
Bunlar, çağdaş İslami hareketlerde gözlemlediğimiz bazı aksaklıklardı. Yazımızın başında da belirttiğimiz gibi, Allah'ın bizlere farz kıldığı öğüt verme farizasının gereği olarak bunlara işaret etmeyi uygun gördük. Biz, bu farz-ı kifaye'nin (sosyal fariza) önem bakımından, birçok farz-ı ayndan (bireysel fariza) ilerde olduğuna inanıyoruz. Çünkü, bireysel farizaların ihmalinden doğan günah sadece bireylerle sınırlı iken sosyal farizalar, bütün olarak toplumu ilgilendiren etkilere sahiptirler.
Bu sayfalarla, bu farizanın gerektirdiği sorumluluğu yerine getirebilmişsem, çağdaş İslami hareketlerin geleceklerine az da olsa ışık tutabilmişsem ve daha etkin çalışmalarına yardımcı olabilmişsem bundan dolayı Allah'a hamdederim.
Allah Rasulü (s) bize şunu öğretmiştir: "Müslümanların işleriyle ilgilenmeyen onlardan değildir." Bu ümmetin geri kalmışlık mirası, medeni yozlaşma gibi büyük tehditlerden kurtuluşunu ve kalkınmasını gerçekleştirme umutları İslami hareketlerin doğru adımlar atmasına bağlıdır. Bu hareketler, olgunluk gösterip, geçmişte hayal kırıklığına uğrayan hareketler gibi olmamalıdırlar.
Bu kaygılarla, bu endişelerle ve bu ruhla İslami hareketlerin bir bölümünde görülen aksaklıkları dile getirmeye çalıştık. Allah Teala'dan öğütlerimizi faydalı kılmasını diliyoruz. Şüphesiz O, duyan ve cevap verendir.
Haksöz Okulu
Not: Bu makalede yer alan görüşler yazara aittir ve Urvetü'l Vuska'nın editöryel politikasını yansıtmayabilir.
Mustafa YILMAZ
Bugün Puthanede İbrahimiz! Yarın Ne Olacağız?
Urvetü`l Vuska - Tüm hakları saklıdır. ® 2014 - Sitede bulunun içerikler ve analizler kaynak gösterilerek alıntılanabilir. Networkbil.Net