Ana Sayfa  /  DÜŞÜNCE  /  Hangi İslamcılığın Dili / Hamza TÜRKMEN
  • Facebook da Paylaş
Hangi İslamcılığın Dili / Hamza TÜRKMEN
  • 01-01-1970
  • 0 yorum
  • 4516 okunma
Hiçbir İslâmcılık tartışması ideolojik perspektiften veya din tartışmasından kopuk değildir. Bu tartışmalarda herkes, kendi din algısını temel alarak sosyal vakıayı yorumlamaya çalışırken, aslında kendi kimliğini ve duruşunu ortaya koymaktadır.

Siyasal İslâm’ın bittiğini ilan eden sosyologların en fazla ilgilendikleri ko­nulardan birisi İslâmcılık tartışmalarıdır. Bu tartışma ve araştırmalar özellikle de "Kuzeyli” olamayan çoğu ülke sosyologlarının öncelikli ekmek kapısını oluşturmaktadır. Biz Müslümanlara gelince bu tartışma, öncelikle İslâm’dan, İslâm tarihinden ve İslâm toplumundan neyi anladığımızla ilgili bir fıkh etme sorunu olarak karşımıza çıkıyor. Ancak İslâmcılık tartışmaları Müslümanlar arasında çoğu kez bize elbise biçenlerin kavram ve kalıplarıyla değerlendirilmeye çalışılıyor ya da fıkh etme cehdinden uzak bir taklitçilik ve muhafazakârlıkla ele alınıyor.

Hiçbir İslâmcılık tartışması ideolojik perspektiften veya din tartışmasın­dan kopuk değildir. Bu tartışmalarda herkes, kendi din algısını temel alarak sosyal vakıayı yorumlamaya çalışırken, aslında kendi kimliğini ve duruşunu ortaya koymaktadır. Müslümanlar arasında yapılan her İslâmcılık tartışma­sının ardında ise ya Osmanlıcı veya gelenekçi bir kaygı, ya devletçi veya milli­yetçi bir kaygı, ya modernist veya uzlaşmacı bir kaygı, ya da Kur’ân ve tevhid eksenli bir kaygı bulunmaktadır.

Osmanlılardan bu yana İslâmcılık genel olarak bir iktidar arayışının veya iktidarla alakalı bir projenin ifadesi olarak kullanılmıştır. Dile getirilme bi­çimleri farklı olsa da hiçbir din, hiçbir mezhep veya hiçbir ideoloji aslında iktidar perspektifinden ve hayalinden arınmış değildir. Aslında bu konuyla ilgili sorun, iktidarı düşlemek değil, neyin veya hangi din/dünya görüşü algısının iktidar için düşünüldüğüdür.

Örneğin kendileri "İslamcılık” ifadesini hiç kullanmamalarına rağmen ittihâd-ı İslâm ve yeniden diriliş idealini gündeme getiren Cemaleddin Afgani liderliğindeki Urvetü’l-Vuska hareketi, İslâm coğrafyasındaki statülü meşrulaştırmak için değil, ümmetin sahih değerlerini korumak ve yeniden ihya etmek için bir mücadelenin içinde olmuştur. Ama İttihâd-ı Terakki Osmanlısı’nda icat edilen İslâmcılık, istibdat devletini korumak için kul­lanılan bir araç olarak düşünülmüştür. Cumhuriyet Türkiyesi'ndeki “Türk İslâmcılar” ise, uzun yıllar sahibi olduklarını sandıkları yeni Türk ulus dev­letine, dini kimliklerini kabul ettirebilmenin mücadelesini vermişlerdir. Yani 1970’li yıllara kadar yaşadığımız sınırlar içinde sürdürülen İslâmcılığın Siya­set dili ya geleneksel Osmanlı nizamını ve devletini savunmaya ya da modern Türk devletine ortak olmaya yönelik olmuştur.

Islah çizgisinin takipçisi Urvetü’l-Vuska söyleminin İslâm coğrafyasında mayalanıp hareket boyutuna ulaşmaya başladığı yıllar 1940’lardır. Bu yıllarda İslâm coğrafyası sömürge yönetimleri altındadır ve Müslümanlar çocukları gittikleri okullarda alternatif olarak ya laik ya da sosyalist sistem ve ulus devlet modellerinin çağdaşlığa uygun olduğu telkinleri altında yetiş­tirilmekteydi. İşte bu yıllardan itibaren İslâm'ın sadece dar bir inanç sistemi olmadığını, aynı zamanda bir düzen ve devlet dini olduğunu ön plana çıkar­tan İslami oluşum ve hareketler, tüm zaaf ve eksiklerine rağmen bağımsız ve komplekssiz İslami kimliklerin inşası açısından önemli katkılarda bulundular. Bu çabalar, büyük nispette ümit vaad eden genç nesillerin İslami uyanış ve bilinçleniş yolunu açtı. Evrensel İslami hareketin elde ettiği düşünsel ve pratik kazanımların Türkiye’ye yansıması ve yaygınlaşması ancak 1970’li yıl­lardan sonra olabildi. Türkiye’ye ulaşan bu söylemin usuli boyutu dikkatleri öze dönüşe, yani Kitap ve Sünnet’e; siyasi boyutu ise cemaatleşmeye ve İslâm devletine yöneltiyordu.

1970’li yıllara gelindiğinde Türkiye Müslümanları, İslâm anlayışlarını ik­tidarsız ve devletsiz düşünmüyorlardı. Ancak Osmanlı’dan gelen geleneksel İslâmcı çizginin devlet anlayışı, mevcut statüko içinde oluşurken; tevhidi uyanış sürecinin taşıdığı devlet anlayışı ise mevcut statükoya karşı bağım­sız bir İslâm devleti tezine dayanıyordu. Birinci anlayış zorunlu olarak dev­raldığı muhafazakârlık algısı içinde milli statükoyla bütünleşirken, ikinci yaklaşım bağımsız İslâmi kimliğin inşasına ve İslâm devrimi idealine yöne­liyordu. Birinci anlayış ulus devleti dindarlaştıracağını zannediyordu, ikinci anlayış ise ulusal devleti resmi ideolojinin ayrışmaz paydaşı ve tahakküm aracı olarak görüyordu. Ulus vatanı, devleti ve ritüellerini savunan geleneksel İslâm anlayışına karşılık, tevhidi bilinçlenme, kimliğini ulus değerlerden ayrıştırarak oluşturmaya çabaladığı için, ulusal ideolojinin sol yorumu kadar muhafazakâr-sağcı yorumu ile de hesaplaşmak zorundaydı.

Tahkik, özeleştiri, hesaplaşma kavramlarıyla geleneksel kesimin ciddi an­lamda ünsiyeti olmadı. Gerek batini, mezhepçi ve eklektik din anlayışından arınmak için gerek ulusal tapınçlardan ayrışmak için geleneksel kesimler cid­di bir tartışma ve özeleştiriye yanaşmadı. Bu konularda ciddi bir bilinçlenme süreci başlatan tevhidi uyanış çizgisi de tabii olarak resmi devlet politikası kadar geleneksel kesimden de eleştiri aldı, suçlandı ve yıpratılmaya çalışıl­dı. Dolayısıyla “İktidar dili” açısından baktığımızda “Müslümanlar” diye bir genellemenin pek doğru olmadığı açıktır. “İktidar dili”ni geleneksel İslâmî camiaların kullanımı farklıdır ve tabii ki zaafları da. Bu konuda -en azından Türkiye’de- ciddi kavram karışıklıklarının diğer bir ifadeyle kafa karışıklık­larının temel nedenlerinden birisi de İslâmcılık tartışmalarının canlandığı yakın tarihin nesnel bir şekilde ortaya konulmamasıdır.

1960’lı yılların Türkiye İslâmcısı ve “Kanlı Pazar” tetikçisi Mehmet Şevket Eygi’nin 26 Ocak 2001 tarihli Gerçek Hayat dergisindeki İslâmcılıkla ilgili şu sözleri son derece açıklayıcıdır: “İslâmcılar başlarına gelene layıktırlar. Hatta daha beteri olabilirdi de, Allah rahmetiyle esirgedi. Başlangıçta şuurlu, dindar, aksiyoncu Müslümanlık manasına gelen İslâmcılık, daha sonra beşeri bir ideoloji, aktivist bir siyasi hareket haline dönüştü. Son otuz yıl içinde bol bol rüzgar ekildi, şimdi onun meyvesi olan fırtınalar biçiliyor.’’

Gelenekçi anlayış açısını özet olarak sunan bu yaklaşıma göre İslâmcılık, Türk Devleti’nin belirlediği sınırlar içinde bir alt kimlik olarak yaşanması murat edilen dini mutluluğun ve kazananların ifadesi olarak iyidir; ama res­mi ideolojiden ve muharref gelenekten ayrışmaya, İslâm’ı üst kimlik olarak aşılamaya çalıştığı zaman şuursuzluktur. Resmi ideoloji veya resmi ideoloji­nin fahri avukatlığını yapan milli kimlikli laik, dindar, muhafazakâr kişiler, statükodan kopuşu ifade eden “İslâmcılık” eleştirilerinde bilinçli Müslümanları kökü dışarıdalıkla, dini ideolojileştirmek veya siyasallaştırmakla suçla­maktadırlar.

Yine Şevket Eygi’nin tevhidi uyanışı “aktivist bir siyasi hareket” haline gelmekle suçlaması örnekliğinden hareket edecek olursak; şu siyasallaşma, dinin ideolojikleştirilmesi, slogancılık veya kökü dışarıdalık suçlamalarının geleneksel kesimler tarafından niçin dillendirildiğini de açıklığa kavuştur­muş olacaktır. Geleneksel İslâmcılık anlayışına göre ABD’nin 6. Filosunu protesto eden gençlere sopa, bıçak ve satırlarla saldırı ve katliam düzenlemek, devletin ulusal dış politikalarını dini motiflerle süslemek, ulusal partileri desteklemek veya kurmak kökü dışarıdalık, dini siyasallaştırma ye siyasi hareket olmayıp, “şuurlu, dindar, aksiyoncu” meziyetler olarak görülecek; ama dini Allah’a has kılmak gayreti içinde kendi birikimi oranınca çaba sarf eden, kimliğini resmi ideolojiden ayrıştırmaya çalışan ıslah ve uyanış hare­ketleri ise “tu kaka” ilan edilecektir.

1960’İı yıllardaki kentleşme ile yükselişe geçen modernleşme tabii ki tüm toplumu etkilemişti. Bu etkiden hiç kimse müstağni kaldığını iddia edemez, içe kapanan cemaatlerdeki veya kırsal kesimdeki yaşantıların modernizmden daha geç etkilenmesini geleneğin sahihliğine bağlamayı anlam­lı bulmak mümkün görünmüyor. Geleneksel kesimin liselere, üniversitelere, kentlere, fabrikalara, resmi dairelere, iş hayatına açıldığında ve kurumlaşma yarışına girdiğinde, tevhidi uyanışı temsil eden çizgiden çok daha kötü yer­lere geldiği ortadadır. Kaldı ki Türkiye’deki batılı paradigmaya ait en büyük modernleşme unsuru ulusçuluktur. Tevhidi uyanış ulusçuluktan bir kopma yaşarken bu çizgiyi hangi gelenekçi bölücülükle, vatan-devlet düşmanlığı ile veya kökü dışarıdalıkla suçlamamıştır ki? 1960’lı yıllara gelindiğinde Türkiye’deki hangi “ilmi gelenek” modernizmin en temel taşıyıcı unsurları olan devletçi, ulusçu, muhafazakâr kimliklerden arınmış idi? 1970’li yıllar­dan itibaren yaygınlaşan tevhidi bilinçlenme çizgisini kadük bırakmaya çalı­şan ve belirli ölçülerde de başarılı olan neden; bu çizginin batılı paradigmaya ait olan ulusal kimlikten, ulusal tarihten, ulusal hedeflerden ve ulusal din­darlıktan kopmaya çalışması değil midir? İyi ki 1960’lı yıllardan sonraki yıl­larda İslamcılığını muharref değerlere yaslanan ve ulusal dindarlık anlayışını besleyen “köklerden” kopulmuştur. Ve inzal olduğu dönemde bir çobanın da anlayabildiği Kur’ân’dan ve Rasûlüllah (s.)’ın uygulamalarından yaralanabilmeyi; tarihi süreç içinde avam-havas ikilemi ile bir “din adandığı” zümresi­ne has kılan saptırılmış “ulema” ve “medrese” kavramlarını aşıp Kur’ân’daki fıkıh, ihsan, takva, alim, ilim, zan, yakin, şahitlik gibi kavramların Tevhidi uyanış süreci ile yeniden canlandırılması da en önemli kazanımlarımızdan olmuştur.

Geleneksel İslâm algısı içinde ulus devlet yapılanmasına karşı en önemli ama gerisi getirilemeyen tepki Şeyh Said’in direnişi olmuştu. Tevhidi uyanış ise bilinçlenmesini hep tuğyana karşı “lâ” şiarıyla birlikte gerçekleştirdi Ama bütün bunlara rağmen gerek Türkiye’de gerek İslâm coğrafyasında münkere karşı çıkışın mantığı, sürekliliği, yeterliliği ve sünnetullaha uygunluğu tartışma gerektiren bir durumdur. Ayrıca yaşanan zulme ve münkere karşı çıkarken “emri bi'l-ma’ruf’ün ertelendiği iddiası da “İslâmcılığın” sahip oldu­ğu din anlayışını gözden geçirmeyi gerektirir. Müslümanlar için kötülüğün savılması ma’ruf ile mündemiç, hayrın ve iyiliğin yaygınlaştırılması da münkere karşı çıkışla mümkündür. Sorun, ma’ruf telakkisi ile nasıl bir din anlayı­şına sahip olunduğu ve iç eğitimde gereği gibi Ku'ran merkezli bilgilenme ve kültürlenmenin gerçekleştirilip gerçekleştirilmediğiyle ilgilidir.

Tabii ki geleneksel/muhafazakâr İslâm algısındaki “siyaset dili"nin taşı­dığı temel zaaflar kadar olmasa da, 1970'li yıllardan itibaren tevhidi bilinç­lenme çizgisinin kullandığı siyasal dil de önemli zaaflar taşıyordu. Ancak bu zaaftan farklı din algılarının ortak sonuçları olarak değil, farklı sonuçları ola­rak görmek gerekmektedir.

Birinci yaklaşım, mevcut sistem içinde devleti savunarak kuşatabileceği­ni ve iktidar olacağını sanıyordu. Bu yaklaşım yaşadığı pratikler içinde bu stratejinin gerçekleşemeyeceğini net olarak gördü. Ancak yöntemini sahih ölçülerle dönüştürebilecek tevhidi bir kimlik inşasına gitmediği için, ilkeler­den çok duygusallığa ve faydacılığa pirim verdiğinden ötürü, daha uzlaşmacı ilişkilere ve eklektik kimliklere savruldu. Bu kesim, en çok AK Parti ve Saa­det Partisi tabanları yanında, diğer sağa partiler içinde var olmaya çalışan Nurcu, Süleymancı, Fethullah Gülen bağlısı ve diğer birçok tarikatçı cemaat­lerden oluşmaktadır. Bizce bu camianın “iktidar dili” geliştirmekten çok, bir tevhid dili ve bağımsız Müslüman kimlik bilinci yakalamaya ihtiyacı vardır. Zira Türkiye İslâmcılarının gelenekçi ve ulusçu hurafelerden arınıp “ben sa­dece Müslümanlardanım” diyemedikleri sürece, geliştirmeyi düşünecekleri siyaset dili, onları daha çok reel siyaset diliyle bütünleşmeye sevk edecektir. Tevhidi uyanış çizgisinden ödünç aldıkları bazı söylem ve sloganlar ise, sade­ce tevhidi çizginin etkilediği potansiyelin oylarını tavlamaya ve ön kesmeye dönük reel siyasetlerinin sosu olacaktır.

İkinci yaklaşım ise tevhidi uyanış çizgisine yönelmiş yeni ve genç öbek­lerden oluşmuştur. Bu öbeklerin bilinçlenme süreçleri arasında hem zamansal hem de niteliksel farklar bulunmaktadır. Bu kesimler kendilerini hiçbir zaman İslamcı olarak takdim etmemişlerdir. Ancak tevhidi uyanış çizgisini takip edenler, Müslümanlık anlayışlarındaki zindelik ve İslâm anlayışını ahir zamanı bekleyen bir inziva anlayışından arındırıp yaşamlaştırmaya çalışan, yaşanabilir bir ümmet ve İslâm devleti arayışına yönelen talepleriyle, rejim açısından da uluslararası istikbar açısından da daha öncelikli tehdit ve kont­rol altında tutulması gereken tehlikeli potansiyel olarak algılanmaya başlan­dıklarında; artık İslâmcılık veya “Siyasal İslâm” nitelemeleri de adres değiştirdi. İslamcılık yakıştırmasının yeni muhatapları, çoğunlukla gelenekçi din anlayışından ve resmi ideolojinin sağcı-ulusçu söylemlerinden kopan veya kopma eğilimi gösteren bir olumluluğu taşıyorlardı.

Gelenekçi ve ulus devletçi gelenekten kopuşun ne kadar duygusal ve sloganik, ne kadar bilinçli olduğu hep tartışılmıştır. Ancak tevhidi uyanışın hi­tap ettiği insan unsuru olarak en fazla talep bulduğu kaynak tabii ki eski İslâmcı/gelenekçi potansiyeldi. Bu kesimlerle paylaşılan bazı şekilsel ve duy­gusal ortaklıklar devam ettiği ve sahih mesajlar taşındığı oranda, “Ey iman edenler,iman ediniz!" hitabı sürekli karşılık buluyordu. Ancak gerek sistemin kışkırtmaları gerekse bilinçlenme sürecindeki yeniliğin taşıdığı zaaflar ve gerekse geleneksel kesimin idrakini kilitleyen taassubi bir direniş içine gir­mesi sonucu kesimler arasında gelişebilir ve sağlıklı diyaloglar kurulamadı, özellikle İran İslâm İnkılâbı ile birlikte sistem tarafından eski İslâmcılar, dini ve dini yaşamı temsil etme seviyesinde değerlendirme lütfuyla karşılaşırken, tevhidi bilinçlenme süreci ise dini siyasileştiren, ideolojikleştiren, Protestanlaştıran kökü dışarıda akımlar olarak karalanmaya çalışıldı.

Tevhidi uyanış çizgisinin yeniliği tabii ki acemilik ve zaafları da içinde ba­rındırıyordu. Öncelikle “İslâm Devleti” ve devrim hedefi kimlik ayrışması­na yardım etmekle birlikte, ölçüsüz bir romantizmi de besliyordu. Siyasi dil, slogancılığı aşan bir olgunluğu henüz yakalayamamıştı. Kimlik oluşturumu ve netliği, devrimi öncelikle nefislerde yaşama, niteliksel gelişim, ümmetin inşası aşamalarına gerekli özeni ve önceliği göstermeden kilitlenilen devrim ve devlet hedeflerinin coşkulu romantizmi, devrim şartlarının oluşmadığı anlaşılmaya başlandıkça yerini karamsarlığa bıraktı. Karamsarlık çözülmeye ve çoğu kere de geleneksel siyaset dilinin tekrar kutsanmasına yol açtı. Yani yakın bir dönemde iktidara ulaşamayacağını düşünmeye başlayan “radikal İslâmcı” potansiyelden başarıya endekslenmiş kesimler, ya iktidarda elde et­meyi düşledikleri gücü başka sahalarda aramaya başladılar ya da reel politi­kayı önemseyerek geleneksel partili siyasete geri döndüler.

Geleneksel İslamcı kesimler ise partili siyasetle devleti ele geçilmeyecek­lerini anlayan bir moral bozukluğu ile ya parkurlarındaki yenilgiyi kabul ede­rek içe kapandılar veya mücadeleyi bıraktılar ya da iddialarından vazgeçmiş bir yurttaşlık dili ile devleti hukukileştirmeye çalışan bir siyaset dili üretme­ye başladılar.

İslâmcılıkla nitelendirilen geleneksel kesimlerin de tevhidi uyanış çizgi­sinin de önceledikleri siyasi hedeflere mevcut pratikleri içinde ulaşamaya­caklarını anlaşıldıkça çözülmeler yaşanmaktadır. Tevhidi uyanış çizgisinin sağladığı kazanımlara rağmen çözülme her iki kesimde de, İslimi duyarlılık­ların zayıflamasına neden olmaktadır. Geleneksel İslâmcı kesim taşıdığı tüm zaaflara ve ödünç kimlik kirliliklerine rağmen şekilsel de olsa İslam dininin en temel ve muhkem rükunlarına aidiyeti devam ettiği için kesimler arasında mutlak bir kopukluk söz konusu olmamalı ve duyarlılık konusundaki kayıp­lar ortak sorun olarak algılanmalıdır.

Öncelikle bunca kırılma ve aşılamamış zaaflardan sonra tekrar bir "ik­tidar dili” arayışına girmek, kolay reçetelere ulaşabileceğimiz beklentisini doğurmamalıdır. Tabii ki her dünya görüşünün bir iktidar hedefi olacaktır. Ancak bu hedefe götürecek strateji özgün ve sahih değerlere ve gerçekçi tes­pitlere dayanmalıdır. Siyaset dilimizi geçmiş birikimimizin konjonktürel tespitlerinden arınmış olan sahih değerlerini önceleyerek ve sağlıklı bir öze­leştiriyle oluşturabiliriz. Öncelikle Müslümanların iktidar hedefi, Kur’ân’ın nasslarını yaşamlaştırma mücadelesine mi; yoksa modernist değerlerin ku­şattığı kendi yaşantılarını imkanlı kılma aracına mı tekabül ettiğini belirle­meleri gerekir. Eğer geliştireceğimiz “iktidar dili” özgün ve sahih değerleri önceleyecek ise, o zaman tabii ki toplumsal değişimin sünnetinden ne anla­dığımızla ve “ma’rufu emredip münkerden sakındıracak” olan örnek ümmet inşasının hangi değerlerle ve nasıl olacağı ile ilgili sorulan gündemimizin ba­şına koymalıyız.

İktidar dili, öncelikle iktidarda sergilenmesi arzulanan toplumsal mo­delin, bu dili kullanacaklar arasında modelleştirilmesini gerektirir. Müslümanlar açısından da bu dilin olgunlaşması, yitirdiğimiz Kitap merkezli din algımızı ve Kur’ân neslini, modern dünyanın seldiler kuşatması altında ye­niden nasıl kazanacağımız ve inşa edeceğimiz sorularının cevabı ile müm­kün olacaktır. Kur’ân neslinin inşası ise öncelikle, dayatan zulüm ve baskılar karşısında insani tepkiler verebilme erdemliliğine ulaşmış insanların, pratik yaşamın içinde kavram ve tasavvurlarını Kur’ânileştirmeleri çabasıyla başlar. Kur’ân merkezli bir inanç ve alem tasavvurunda; Kur’ân hakemliğinde bir ta­rih, kültür ve gelenek değerlendirmesinde, Kur’ân temelli bir kimlik inşasın­da başarılı olmak, arzu ettiğimiz dilin gelişmesine de hizmet etmek olacaktır.

Kaynak: Umran Dergisi, Haziran 2003, Sayı: 106, Sayfa: 61-64

 

Not: Bu makalede yer alan görüşler yazara aittir ve Urvetü'l Vuska'nın editöryel politikasını yansıtmayabilir.

YORUMLAR
Henüz Yorum Yok !
Diğer