
- 18-10-2014
- 0 yorum
- 2331 okunma
İkbal’in ictihad anlayışı,* karmaşık bir tarzda Kur’an’ın alem tasavvuruyla ilişkilidir. Kur’an’ın anlattığı bu alemde hayat, yaratıcılık ve genişlemeye dair pek çok alan bulunmaktadır. Kur’an-ı Kerim bu anlamda şunu söyler; “ O, yaratmada dilediği kadar artırır"1 ve “ O, her gün ( her an) yeni bir iştedir."2 İslamiyet’in temel ilkesi olan tevhid prensibi, İkbal’in ictihad anlayışıyla bir anlamda bağlantılıdır. İctihad, ebedi ve ezeli olan külli hayatın nihai manevi temelidir. İkbal’e göre; böyle bir gerçeklik kavramı üzerine kurulan bir toplum kendi tarihi içerisinde, değişim ile sosyal realite arasını uzlaştırmak durumundadır. İctihad, toplum hayatının müştereklerini düzenlemek için değişmez (ebedi-ezeli) kurallara sahip olmalıdır, çünkü değişmez kurallar sürekli değişkenlerin var olduğu dünyada bize ayak basacak bir yer sağlar. Fakat değişmez kuralların, Allah’ın en büyük işaretlerinden birisi olan değişimin bütün ihtimallerini dışarıda bırakmak olarak anlaşılması, yapısı gereği temelde değişken olanı durağan hale getirmeye sebep olur. İkbal’in, içtihadı, “İslami yapıda bulunan hareket prensibi” olarak değerlendirmesi ilginçtir. Bunun öneminden ciltler dolusu bahsedilebilir.
İctihad, kelime olarak kişinin çabasını son noktasına kadar sarf etmesi anlamına gelir. Usûl terimi olarak ictihad ise, şahsın kendine ait bağımsız bir hükme ulaşması için gösterdiği çaba ve gayrettir. İctihad, şer‘i hukukun açıklanması ve izahında ortak aklın kullanılması manasına da gelir. İctihad, İslami hayat anlayışında var olan en iyi zihni bir deneyimdir ve hür ahlaki birey olarak her şahsın sorumluluğu ve nitelikli ve erdem sahibi bir şahsın tutumudur.3 Aşağıdaki ayet-i kerimede içtihada cevaz verildiği imaen anlaşılmaktadır:
“ Bizim uğrumuzda mücadele edenleri biz elbette yollarımıza iletiriz.”4
Yine şu ayette de içtihada dolaylı olarak işaret edildiği anlaşılmaktadır:
“ ...(Bundan böyle)yüzünü Mescid-i Haram tarafına çevir. Nerede olursanız, yüzlerinizi o yöne çevirin.'5
Çok açık bir şekilde Hz. Peygamber (a.s.)’in bir hadisinde de bu konu ima edilmektedir. Rivayete göre; Hz. Peygamber (a.s.) Muaz b.Cebel’i Yemen’e vali olarak göndermek istediğinde, kendisine getirilen meselelere nasıl cevap vereceğini sordu. Muaz sorulara şöyle cevap verdi: “Öncelikle Allah’ın Kitabına göre meseleleri hükme bağlayacağım ve sonra Peygamber (a.s.)’in Sünnetine göre hareket edeceğim.” Hz. Peygamber (a.s.), “Fakat, Sünnetle meseleyi çözecek bir işaret/cevap bulamazsan” diye sordu. Muaz b. Cebel de, “Kendi kararımı vermek için olanca gücümle çabalayacağım/reyimle ictihad edeceğim ve ona göre hükmümü vereceğim ve bunu yaparken tembellik yapmayacağım” dedi. Bunun üzerine Hz. Peygamber (a.s.) elini Muaz’ın göğsünün üzerine koydu ve şöyle dedi: “ Peygamberinin elçisini razı olduğu bir gayeye ulaştıran Allah’a şükürler olsun.”6
Hukuk mektepleri içtihadın üç mertebesinin** olduğunu kabul ederler:
1. Yasamada, sadece mezhep kurucularına has olan tam otorite,
2. Bir mezhebin sınırları içerisinde tatbik edilen yasama konusundaki nisbi otorite,
3. Mezhep kurucuları tarafından çözümsüz bırakılmış bir konu hakkında çözüm getirmek için kullanılan özel otoritedir.
İkbal, sadece birinci mertebede yer alan, yani ‘yasamada’ mutlak otoriteye sahip olunan ictihad ile ilgilenmektedir. İkbal’in üzüntüsünü duyduğu husus şudur: İçtihadın bu mertebesinin varlığı teorik olarak kabul edilse de, mezheplerin kuruluşunun tamamlanmasından bu yana vakıada bu tür ictihad reddedilir, çünkü mutlak ictihad düşüncesi tek bir kişide bulunması kesinlikle imkansız olan şartlarla çevrilidir.7
Hukuk sisteminin kendi üzerine temellendiği Kur’an hayata dinamik bir bakış arz ederken, niçin zihni bir köhnelik yaşandığı problemi ortaya çıkmıştır. İkbal, bunun sebebini üç şeye dayandırmaktadır:
1. Akılcı bir akım olan Mutezile’nin baskıcılığı, yıkımı ve aşırılığı. Mutezile mezhebi Abbasi döneminin ilk günlerinde ortaya çıktı ve şiddetli münakaşalara sebep oldu. Mesela; Kur’an’ın yaratılmış olup olmadığı problemi bunlardan birisidir. Mutezililer, Kur’an’ın gayr-i mahluk olduğunu reddettiler, çünkü onlara göre gayr-i mahluk olduğunu düşünmek Kur’an’ın Allah ile birlikte ebedi olduğu anlamına gelir. Sonraki devir Abbasi yöneticileri muhafazakar/mutedil*** düşünürleri desteklediler ve şöyle düşündüler: Kur’an’ın ebedi ve ezeli olduğunu inkar eden akılcılar/Mutezililer Müslüman toplumun kendine has temellerini sarsıyorlar. İkbal bununla ilgili olarak şunu söylüyor: Kısmen akılcıların/mutezililerin nihai hedeflerinin yanlış anlaşılması kısmen de belirli bazı akılcıların serbest düşünceleri sebebiyle muhafazakar düşünürler bu hareketi (mutezile mezhebini) bir parçalanma baskısı ve sosyal bir yönetim şekli olarak İslam’ın kararlılığına karşı bir tehlike olarak gördüler. Bu sebeple onların temel amacı İslam’ın sosyal bütünlüğünü muhafaza etmekti. Bunu gerçekleştirmek için kendilerine açık olan tek yol, şeriatın bağlayıcı kuvvetini kullanmak ve hukuk sistemlerinin yapısını mümkün olduğu kadar sağlam yapmaktı.
2. Diğer bir sebep ise tasavvuftur. Burada kastedilen genel anlamıyla sağlıklı ve bireyin manevi yükselişinde hayati bir rol oynayan ihsan karşılığında kullanılan tasavvuf değildir. İkbal’in kastettiği; maddi şeylerden çok maneviyata ağırlık veren ve dünyadan tamamen soyutlanmayı öğreten zahidlik yönü ağır basan tasavvuftur. Tamamen spekülatif olan bu tür bir tasavvuf anlayışı, içtihada karşı takınılan tavırdan büyük oranda sorumludur. Bu şekil bir tasavvuf anlayışı Müslümanlar arasındaki en iyi zihinleri cezbetti ve nihayetinde de eritti. Ve kendilerine yön veren yüksek şahsiyetler olmaksızın düşünemeyen Müslüman halk, kendi güvenliklerini kör bir şekilde mezhepleri taklid etmede bulmuşlardır.
3. Sonuncusu ise; diğer unsurlar yanında, Müslüman entelektüel hayatının merkezi olan Bağdat'ın 1258'de önemini yitirmesidir.
İkbale göre:
“ Bu gerçektende büyük bir felaketti. Tatar saldırılarını bizlere aktaran muasır tarihçilerin hemen hepsi, Bağdat’ın yağmalanmasını İslam’ın geleceğine ilişkin yarı bastırılmış kötümserlik içinde resmederler. Böyle bir siyasi bozgun döneminde oldukça tabii görüleceği “üzere daha büyük parçalanma korkusu içerisinde olan muhafazakar İslam bilginleri, dikkatlerini ilk İslam bilginlerince yorumlanan şeriat üzerine yoğunlaştırdılar. Onların temel düşüncesi sosyal düzenin sağlanmasıydı ve hiç şüphe yok ki, onlar bu tutumlarında kısmen haklıydılar. Çünkü sosyal düzenin sağlanması bir dereceye kadar bozgunun/yıkımın etkilerini önleyebilecekti. Fakat onlar şu gerçeği göremediler: Bir milletin nihai kaderi, sosyal düzenin sağlanmasından daha çok insanların güçlerine ve değerlerine dayanır. Zaten iyi organize olmuş bir toplumda insanlar tamamen toplumla yoğrulmuş/toplumsal hayata katılmış olurlar. (Böyle bir toplumda yaşayan) kişi, kendisini kuşatan tüm sosyal düşünce zenginliklerini kazanmış ve kendi esas ruhunu/özünü kaybetmiş olur. Bu sebeple bir toplumda meydana gelen yıkımın etkilerini önleyebilecek tek etkili güç, kendine güveni tam şahsiyetler yetiştirmektir. Ancak böyle şahsiyetler hayatın derinliklerini/manasını keşfedebilirler. Bu yetenekte olan şahsiyetler bizlere öyle yeni düşünce ve eylem ölçüleri sunarlar ki; bu ölçülerin ışığı altında çevremizin hepten değişmez olmadığını ve bunları tekrar gözden geçirmeye ihtiyaç duyduğumuzu düşünmeye başlarız. On üçüncü ve sonraki yüz yıllarda, Müslüman fakihlerde görüldüğü üzere geçmişin yanlış çıkarımı sonucu kurumsallaşmaya aşırı önem verilmesi, İslam’ın ruhsal itici gücüne aykırı bir tutumdu.”8
Diğer bir etken ise, ilim adamlarının yönetimlere bağımlılıklarının, boyutu idi. Miladi 833-849 yılları arasında Abbasi idaresinin sergilediği olaylar göstermiştir ki; ilim adamlarının büyük çoğunluğu neticede yönetimin tesiri altındaydı. İlim adamlarının genel tutumu, idarecilere boyun eğmek şeklinde idi. Diğer taraftan, ilim adamlarının, idarecilerin baskılarına karşı çıkacakları geniş bir alan vardı. Bunun yanında, katı bir entelektüel yapının hakim olduğu yerlerde kişisel karar verme yetisinin sınırları büyük oranda zayıflamaktadır.
“Maalesef” diyerek Emir Ali şunu ifade eder: “Sünni doktrinle idare edilen toplumların gelişmesi ve ilerlemesi yolunda en değerli tesirini gösteren ictihad faaliyeti, hicri 3. yüz yılda sona ermiştir. Müctehidlerin ilk üç asırda etkin oldukları ve bu zamandan sonra bağımsız hüküm verme uygulamasının sona erdiği kabul edilir. ez-Zahiri ve Suyuti gibi sonraki dönem ilim adamlarından bazıları ictihad da bulunma haklarının olduğu talebinde bulunsalar da, Müslüman halk onların bu talebini kabul etmediler. İslam’ın ilk asırlarındaki hızlı gelişmeyle kıyaslanacak olursa, Müslüman halkların şimdiki mevcut durağan yapısı esas olarak ictihad hakkındaki tutumlarından kaynaklanmaktadır.”9 Esas olarak, içeriğin önemli bir bölümünü oluşturan, güncelliğini yitirmiş fıkıh kitaplarına işaret eden İkbal ise, şunu söylemektedir: “ İnsanlar (Müslümanlar) hareket halinde, fakat fıkıh ise olduğu yerde durmaktadır.”10
İslam hukuku mezhepleri konusunda İkbal, bu mezheplerin oldukça yaygın olmalarına rağmen onları kişisel yorumlar manzumesi olarak kabul eder. Bu sebeple, her ne kadar ilim adamları popüler mezheplerin yerleşik, mezhepler olduğunu iddia etseler de, mezhepler kendilerini nihai bir mezhep olarak görmemişlerdir. Bununla birlikte, şimdi bazı şeyler değişmiştir ve bugün İslam dünyası, her açıdan fevkalade gelişmiş egemen düşüncenin oluşturduğu yeni baskılarla yüzleşmekte ve bunlardan etkilenmektedir. Şimdi bu durumun değişmesine acilen ihtiyaç vardır. Mezhep kurucuları asla, kendi düşünce ve yorumlarının nihai olduğu iddiasında olmamışlardır. Bu sebeple, İkbal’in anlayışına göre, şimdiki Müslüman neslin temel hukuki kuralları kendi tecrübeleri ışığı ve modern hayatın değişen şartları altında yeniden yorumlama istekleri bütünüyle haklıdır. Hayatın gelişen bir yaratma süreci olduğunu söyleyen Kur’an öğretisi, her neslin kendisinden Öncekilerin çalışmalarını rehber edinerek, fakat onlar tarafından engellenmeyerek kendi problemlerini çözmelerine izin verilmesini zorunlu kılar.
Bazen İkbal, Şah Veliyyullah (m.l703-1762)’ın manevi takipçisi olarak kabul edilir. Şah Veliyyullah, belli bir dönemden ve özellikle dört (müctehid) imamdan sonra teorik olan ictihad kapısının kapalı olduğu düşüncesini reddeder. Abdulali Bahru’l-Ulum de şunu ifade ediyor: “ Bazı insanlar kesin olarak şunu söylüyorlar: Allame Nesefi (v.710)’den sonra ictihad kapısı (mezhep içerisinde bile) kapanmıştır ve (bunun neticesi olarak) bu (müctehid) imamları mutlak taklid (körü körüne takip etme) mecburi hale gelmiştir. Bu çeşit bir iddia inandırıcı bir delille kanıtlanamaz.11
Yukarıdaki düşünceler ışığında açığa çıkmaktadır ki; mevcut tutumu haklı gösterecek hiçbir şey yoktur. Nüfuz edici düşünce ve yeni tecrübelerle donanmış olarak ictihadda bulunmaya yönelmenin zamanı gelmiştir.
Belki de burada bir efsaneden daha kurtulmanın tam yeridir. İmam Serahsi’nin otoritesine dayanarak İkbal, şunları ifade eder: İctihad kapısının kapandığı kurgusunu benimseyenler, bununla şayet ilk bilginlerin daha fazla imkanlara sahip olduklarını ve sonrakilerin ise önlerinde daha fazla zorluk bulduklarını iddia ediyorlarsa, bu tamamen saçmadır. Çünkü, sonraki bilginlerin ictihadda bulunmalarının ilk bilginlere göre daha kolay olduğunu görmek için, birisinin çok fazla anlayışa sahip olması gerekmez. Gerçekten Kur’an ve Sünnet tefsirleri o derece yazılmış ve çoğaltılmıştır ki; bugünün müctehidleri yorum için ihtiyaç duyduklarından daha fazla materyale sahiptirler.12
Sonuç olarak İkbal, insanlığın bugün üç şeye ihtiyaç duyduğunu ifade etmektedir. 1. Kainatın ruhi/manevi bir şekilde yorumlanması, 2. Kişinin ruhi/manevi kurtuluşa ermesi ve 3. İnsan toplumunun manevi temeller üzerinde gelişimini sağlayan temel evrensel prensiplerin kabul edilmesidir.13
Sonuç
Kişinin manevi kurtuluşa ermesi problemi önemli bir sorundur ve gerekli dikkati hak etmektedir. Görünüşe bakılırsa bu kolay ulaşılabilir bir durumdur, fakat esasında göründüğü kadar kolay da değildir. Bu maksadın gerçekleştirilmesi tehlikelerle doludur. Bir toplumda, insanların düşünmesine ve belirli şekilde davranmasına etki eden mevcut ama tam görülmeyen sosyal, psikolojik, coğrafi ve tarihi güçler vardır. Sosyologlar, bunu şartlandırma veya yeni duruma alışma olarak ifade ederler. Doğrusu bu güçler, bir kişinin düşüncelerini ve davranışlarını mekanik/robotlaşmış hale getirir. Yani, bir kişinin mekanik olarak davranması ve düşünmesi hoş görülmez. İnsan şuur sahibi bir varlıktır ve onun davranışı maksatlı ve tam planlı olmalıdır. Yukarıda söz edildiği gibi görülmeyen güçlerin varlığı, yapabildiği kadarıyla kişinin zararlı etkilerden kurtulmasını ve uyanık olmasını zorunlu hale getirir. Bunda başarıya ulaşmadan manevi kurtuluşun nihai amacı gerçekleştirilmemiş bir rüya olarak kalacaktır.
Dipnot:
1. Fatır, 35/1
2. Rahman, 55/29.
3. Dr. Mohammad Athar Ali, “ A Critical Evaluation of Shah Waliullah's Attitude to Ijtihad visavis the Viewof the OCherJurists” Hamdardİslamicus, Ocak-Mart 1997, c. XX, No:l, s. 19.
4. Ankebut, 29/69.
5. Bakara, 2/144.
6. İkbal, Reconstruction of Religious Thought in İslam, Delhi, 1975, s. 149-150; Geniş bilgi için bkz. el- İstiab, c. i, s. 246 (Bir başka baskı için bkz. Ebu Ömer Yusuf b. Abdillah b. Muhammed b. Abdilber, v. 463/1071, el-İstiabf Ma’rifeti’l-Ashab, tah: Ali Muhammed el-Becavi, I-IV, Kahire, trs., Iii/1402-4, çeviren), ayrıca bkz. S. Moinul Haq, Muhammed (SAS) Lfe and Times, Harachi, 1997, p. 601;//m Ishaq's Sirat Rasul Allah (peace benpon him), İngilizceye tercüme-. A. Guillaume, OUP, London, 1950, s. 643- 644.
7. İkbal, Reconstruction of Religious Thought in İslam, s. 151.
8. İkbal, Reconstruction o/Religious Thought in İslam, s. 151-152.
9. S. Amir Ali, Spirit of İslam, s. 332.
10. İkbal, Reconstruction ojReligious Thought in İslam, s. 169.
11. Dr. Mohammad Athar Ali, “A CriticalEvaluation..." s. 22.
12. İkbal, Reconstruction ojReligious Thought in İslam, s. 178.
13. İkbal, Reconstruction ojReligious Thought in İslam, s. 178-179.
Not: Yıldız sembolü (*) Çev. Menderes Özkan'ın eklediği dipnotlardır.
* Günümüz İslam hukukçularından Karaman, “Modernist Proje ve İctihad" isimli makalesinde İkbal’e çağdaş İslam anlayışı içerisinde olanlar arasında yer verir. Halim Sabit, Said Halim Paşa gibi İslamcılar ile Ziya Gökalp gibi Türkçülerin ıslahat çabalarını yeni ictihad arayışları olarak değerlendiren İkbal, İslam hukuk kültürünün ictihad prensiplerinin yeniden değerlendirilmesine teorik olarak imkan verdiğini ve fakat Hind-Pakistan Müslümanlarının zihniyet olarak henüz buna hazır olmadıklarını belirtir. İkbal’in içtihada ilişkin değerlendirmelerini yeterince açık görmeyen Karaman, İkbal’i yeni ictihad anlayışı temsilcilerinden Fazlurrahman ile geleneksel usulün arasında görür. Özellikle klasik ve modernist ictihad anlayışları hakkında geniş bilgi için bkz. Hayreddin Karaman, "Modernist Proje ve İctihad". s. 429-439 (Makasıd ve İctihad kitabı içerisinde, derleyen: Ahmet Yaman, Konya-2002)
** İctihad ve miictehidlerin mertebeleri/tabakaları konusunda farklı ayırımlar vardır. Yaygın olarak, mutlak-mukayyed, müstakil-gayr-i müstakil, mutlak-müntesib şeklinde olabilecek tasnifte, Hanefi ile diğer mezhep (Şafi/Hanbeli) bilginlerince daha detay bir ayırım yoluna gidilmiştir. Mesela; Hanefi bilginlerden Kemalpaşazade(873-940/1468-1534) ile Kınalızade(918-979/1511-1572) miictehidleri ( şeriatta müctehid, mezhepte müctehid, meselede müctehid, tahriç ehli, tercih ehli ve temyiz ehli) diye altı kısma ayırırken; Şafii ve Hanbeli usulcüler mutlak müttehidin dışında yer alan mukayyed müttehidi (mutlak mtintesip müctehid, tahriç/viicuh ehli, mezhebinin görüşünü tekid yeteneğine sahip fakihii'n-nefs ve mezhep içi görüşlerden birini seçip nakletme gücüne sahip müctehid) diye dört kısma ayırırlar. Müctehidlerin tasnifi konustındageniş bilgi için bkz. Menderes Glirkan, "Müctehidlerin. Tasnifinde Kemalpaşazade ile Kınahzade Arasında Bir Mukayese”, Kınalızade Ali Efendi Sempozyumu kitabı içerisinde, Kayseri-1999, s. 83-95; H. Yunus Apaydın, “İctihad”, DİA, XXl/439. İkbal'in naklettiği tasnif; terim olarak “ 1. Mutlak müctehid, 2. Mezhepte müctehid ve 3. Fetvada müctehid” şeklinde isimlendirilebilir. Bkz. Muhammed Haşan Heyto, el-Vecizf Usuli't-Teşrii'l-lslami, III. baskı, Beyrut-1990, s. 525- 533.
***İkbal’in “muhafazakar/mutedil düşünürlerden ” kastı "ehl-i sünnet” düşüncesini taşıyan ilim adamları olmalıdır.
Kaynak: İslam Hukuku Araştırmaları Dergisi, Sayı: 6, 2005, s.161-166
Not: Bu makalede yer alan görüşler yazara aittir ve Urvetü'l Vuska'nın editöryel politikasını yansıtmayabilir.
Mustafa YILMAZ
Bugün Puthanede İbrahimiz! Yarın Ne Olacağız?
Urvetü`l Vuska - Tüm hakları saklıdır. ® 2014 - Sitede bulunun içerikler ve analizler kaynak gösterilerek alıntılanabilir. Networkbil.Net