
- 01-10-2014
- 3 yorum
- 13670 okunma
Gerek Nasturiler ve Yakubiler gerek Yahudiler, Tanrı’nın Birliği (tevhid-i uluhiyet) düşüncesinde Müslümanlara yakın bulunuyorlardı. Hz. Muhammed (s.a.v), Yahudi ve Hıristiyanlara (nasara) karşı her zaman iyi niyetli davranmış ve kendilerine Kur’an’da Ehl-i Kitab denilmişti. Bu anlayış Müslümanları, kendi milletleri olan putperest Araplardan daha çok, Yahudi ve Hıristiyanlara yakınlaştıran bir faktördü. Diğer yandan hem Nasturiler hem Yahudiler, Doğu Roma’nın fanatik ve ortodoks imparatorları tarafından şiddet ve işkence gibi çeşitli zulümler gördükleri için, Müslümanlara yaklaşmak ve himayeleri altında yaşamak istiyorlardı.
Emeviler Döneminde Felsefe ve Tercüme Faaliyetleri
İşte bu ve benzeri nedenler dolayısıyla Müslümanlar, daha Emeviler döneminde Yahudi ve Nasturi filozoflarla, tıpçılarla ilişki kurmuşlardı. Bu ilişkiden Emeviler döneminde iki önemli sonuç ortaya çıkmıştı:
Birincisi: Yahudiler ve Nasturiler, bilim ve kültürleri sayesinde Müslümanlar arasında bir itibar kazanmışlardı.
İkincisi: Müslümanlarda bilim ve felsefeye (ulum-u akliye) karşı derinden derine bir ilgi başlamıştı.
Nasturilerin Bağdat saraylarında itibar kazandığı zamanlardan önce Müslümanlar, İskenderiye Okulu’nun son temsilcileriyle bağlantı kurmuşlar ve bunun sonucu olarak Yahya En-Nahvi’nin (Jean Le Grammairien) iki öğrencisi, antik Yunan bilimlerine ait bazı eserleri Arapçaya tercüme etmişlerdi. Görülüyor ki Müslümanlar, antik döneme ait bilim ve felsefeyi ilk önce Süryaniler aracılığıyla değil, İskenderiye Okulu’nun son temsilcileri aracılığıyla tanımaya başlamışlardı. İskenderiye Okulu’nun son temsilcileri ile bağlantı kuran Müslümanlar, toplumun yüksek seviyesinden seçkin insanlardı. Bu seçkinlerin başında Emevi Hanedanı’nın kurucusu Muaviye b. Ebu Sufyan’ın torunu [2. Muaviye) Halid b. Yezid [öl: 85/704]ile Ali b. Ebu Talib’in torunu Muhammed el-Bakr’ın oğlu Cafer Sadık [80/699-148/765] gelmektedir. Devralmış olduğu saltanatın, yaşlı Mervan [b. Hakem]’in eline geçtiğini gören Halid b. Yezid, ilmi araştırmalara başlamış ve İskenderiye Okulu’nun son temsilcilerini, kendi topraklarına getirterek antik Yunan dönemine ait ilmi eserlerin bazılarını Arapçaya tercüme ettirmişti. Bu mütercimler arasında adları geçen Marianos ve İskenderiyeli Stephanos (Estefan), ilim tarihinde çok özel bir yere sahiptir.1
Haşimoğullarının iktidarı kaybettiklerini gören Cafer Sadık da aynı şekilde hayatını ilme adamış, çeşitli konularda pek çok eser yazmıştı. Fakat gerek Halid gerekse Cafer, antik Yunan ilimlerini İskenderiye üzerinden almış olduklarından, temeli Nil boylarında kurulan Hermes Felsefesi’ne2 yönelmişler, pozitif bilimlerle (ulum-i müsbete) uğraşmak yerine gizli ilimlere (ulum-i hafiye) ilgilenmişlerdi.3
Emeviler devrinde antik döneme ait kitapları Arapçaya tercüme eden Marianos ve Stephanos’tan başka Ehrun El-Kas [Ahron], Casios [Gessios] ve Masercuisi [Maserceveyh] adlarında üç şahsın da tercüme faaliyetinde bulunduğunu biliyoruz. Tarihçi Roma İmparatoru Herakliyus zamanında İskenderiye’de öğrenim görmüş bir hekim olup, Künnaş adlı Süryani’ce bir tıp kitabı yazmıştı.
Mervan b. Hakem [684-685] devri hekimlerinden Masercuisi, milliyet açısından Süryani olmasına rağmen, dinen Musevi idi. Ehrun El-Kas’ın Künnaş adlı eserini, bazı eklemeler de yaparak Arapçaya tercüme etmişti. Daha sonra takva sahibi halife Ömer b. Abdülaziz [717/720], Şam Kütüphanesi’nde koruma altında bulunan bu eseri [halk arasında] yaygınlaşmıştır.
Emeviler’in çok dehşetli veziri Haccac b. Yusuf Es-Sekafi’nin sarayında Tayaduk ve Theodon adlarında iki hekimin bulunduğu da rivayet edilmektedir.
Özetle; Emeviler devri, ilim ve felsefe açısından iki safhaya ayrılmış bir durum arz etmektedir. Başlangıçta hilafeti ele geçirmek için mücadele eden iki rakip ailenin iki talihsiz oğlu Halid-i Emevi ile Cafer-i Alevi, ilimlere karşı derin bir ilgi dumuş, Simya (el-kimya)4 ve Cıfrin5 esrarına bulanmış vadilerde dolaşıp durmuşlardı. Fakat gizli ilimlere karşı ortaya çıkan bu yoğun ilgi, sonuçta Cabir b. Hayyan [ö]: 200/815] gibi bir dâhinin yetişmesine zemin hazırlamıştır.
İkinci safhasında bu akım, daha mütevazı fakat daha olumlu bir şekil almış, Ömer b. Abdülaziz gibi takvasıyla meşhur bir halife bile bu akıma ilgisiz kalamamış, Ehrun’un yazdığı Künnaş’ın Arapça tercümesini yaygınlaştırmak gereğini duymuştur.
Fakat Emeviler devrinde başlayan bu ikinci safhanın gidişi oldukça ilkel bir durumda kalmıştı. Bunun layıkıyla gelişebilmesi için daha yarım asırlık bir zamanın geçmesi, [yani] İslam dünyasının, çöl hayatı ve alışkanlıklarından bir türlü vazgeçemeyen Emevilerin hâkimiyet zincirinden kurtulması gerekiyordu.
Abbasiler Döneminde Felsefe ve Tercüme Faaliyetleri
M.9. yy.’ı [ilim açısından] insanlık tarihinin en verimli dönemi haline getirecek olan ilmi faaliyetlerin hayret verici ilerleyişini görebilmek için İslami otoritenin Emeviler’den çıkıp [el değiştirerek], çöl hayatı ve anlayışlarından kurtulmuş, daha medeni fikirlere sahip kimselerin eline geçmesine bağlı bulunuyordu.
H. 2.yy.’ın ilk yarısında Ebu Müslim’in Horasan’da açtığı siyah ancak bu inkılâbı sağlamış oldu. Kanlı bir şekilde gerçekleşen bu inkılâp, daha beş-altı yıl geçmeden meyvelerini vermeye başlamıştı. Emeviler devrinde Basra’da kendiliğinden oluşan Hasan El-Basri [öl:110/728] ekolü (mektep) çevresinde ortaya çıkan mezhep problemleri sayesinde, muhtelif fikirler mantıksal tartışma incelikleriyle kaynaşmış, Metafiziğe (ma ba’de’t-tabia) ilişkin çekişmeler, zihinleri dışarıdan gelecek felsefi düşünceleri kavrayarak bir duruma getirmişti.
Aslında Ebu Müslim’in gerçekleştirdiği inkılâbı gerçekleştiren hükümet, birkaç asırdan beri Yunan ve İskenderiye felsefelerinin sığınağı olan Mezopotamya’da oluşmuştu. Mansur Divaneki’nin güçlü ve dâhiyane yönetimi sayesinde, bu inkılâbın sarsıntıları yerini sükûnete bırakır bırakmaz düşünce faaliyetleri gelişmeye başlamıştı.
M.7.yy. sonlarına doğru Cündişapur Okulu’nun [başhekim olarak] yönetiminde bulunan Süryani ilim adamlarından Corcis b. Batişu [Georgias Bar Bahtişo, öl:152/769], Halife Mansur tarafından Bağdat’a getirilince [148/762), İskenderiye Yeni Platonculuğu’nun önemli mirasçısı olan bu okulun güçlü otoritesi, aydın (münevver) Müslüman gençleri nüfuzu altına almakta gecikmedi.6
Mansur devrinde [136/754-158/774] ansiklopedik mahiyete geniş kapsamlı tercüme faaliyetleri başladı. Başlangıçta Süryanice ve Farsçadan gerçekleştirilen tercümelere, zamanla Yunanca, İbranice ve Hintçe eserlerin tercümeleri de dahil oldu. İlk zamanlarda tüm bu dillerden birçok kitap Arapçaya gelişi güzel tercüme edilmişti.
İlk dönemlerde Yunan felsefesi tamamıyla kavranılamamıştı. Ama bu durum çok doğaldı. Çünkü çeşitli yollardan gelen, çeşitli dillerden tercüme edilen felsefi ekolleri, henüz ilmi bir mahiyet kazanamamış olan bir dille, henüz felsefe ile ilişkisi olmayan zihinlere yerleştirmek oldukça zordu. Aristoteles’e ait eserlerin iyice anlaşılarak yapılmış mükemmel tercümelerini görebilmek için, H.4.yy. başlarını, yani Farabi dönemini beklemek gerekiyordu. Gerçi o zamana kadar Süryaniler arasında Yunan felsefesinin öğretimi devam etmişti, fakat bu öğretimde Yunan felsefesinin yüksek klasik devrine ait büyük eserler ihtimal edilmiş veya tamamıyla anlaşılamamıştı. Süryaniler, ancak çöküş devirlerinin ikinci derecedeki skolâstik eserleriyle meşgul olmuşlardı.
Abbasiler devrinde yani tercüme faaliyetlerinin oldukça geliştiği zamanlarda bile ilmi ve felsefi eserler önce Süryaniceye, daha sonra Arapçaya tercüme edilmişlerdi. Bu nedenle İslam Mütefekkirleri, Yunanca eserlere, bunlar ancak Süryani kisvesine büründükten sonra vakıf olabiliyorlardı. Halife Me’mun devrinde [813-833] oluşturulan Huneyn okulu [veya Kütüphanesi] mütercimleri, hep bu şekilde hareket etmiş, Peripatetik felsefeye ait eserleri önce Süryaniceye, daha sonra da Süryaniceden Arapçaya tercüme etmişlerdir.
Abbasiler devrinde muhtelif ilimleri ve Antik felsefeyi Yunanca ve Süryaniceden Arapçaya tercüme edenleri derece bakımından iki gruba ayırmak mümkündür. Birinci grup mütercimlerin başında Huneyn b. İshak El-İbadi’yi [194/813-260/873] zikretmek gerekir. Gerçi Mansur Divaneki’nin Cündişapur’dan getirttiği Georgias ile oğlu Bahtişo Bar Georgias (Corcis b. Bahtişu) ve bunun oğlu Cebril Bar Bahtişo (Cibril b. Bahtişu) da ilimlerin ve felsefenin Bağdat’ta yayılmasına hizmet etmişlerdir. Fakat bunlardan yalnızca Georgias Bar Bahtişo tercüme ile uğraşmıştır.
Eki Arap Literatüründe Şeyhu’l-Mütercimin [bazı kaynaklarda ise Eminü’t-Tercüman] ünvanıyla anılan Huneyn, H.194’te doğmuştu. Nasturilerden bir sarrafın oğlu olan bu zat, Yunancayı ve Antik Felsefeyi İskenderiye’de öğrenmiş, Bağdat’a dönüşünde Halife Memun tarafından, beraberinde çalışması için saraya alınan Haccac b. Matar, [Yahya] İbnu’l-Batrik ve Beytu’l-Hikme Müdürü Selm [El-Harrani] ile birlikte antik döneme ait kitapların tercümesi için memur olarak tayin edilmişti.7
Huneyn’in Davud ve İshak adındaki iki oğlu da babalarından sonra tercüme faaliyetinde bulunmuşlardır. Bunlardan Davud, özellikle Aristoteles’in eserlerini tercüme etmekle şöhret bulmuştur. İshak [b. Huneyn (öl:229/912)]’ın tercümeleri ise sıhhat ve güvenirlilik açısından M.10.yy.’da büyük bir önem kazanmıştır. Huneyn’in kız kardeşinin oğlu Hubeyş b. Asam Ed-Dımeşki [öl:300/912] de Halife Mütevekkil [847-861] devrinin büyük mütercimleri seviyesine çıkmıştır. Felsefedeki geniş ve derin araştırmaları ile bilinen Kusta b. Luka [Kontans b. Lukas] da büyük mütercimlerden kabul ediliyordu. İfade formlarındaki akıcılığı ve parlak zekasıyla tercüme ettiği kitapları herkese okutturuyordu. Bunların yanı sıra büyük mütercimler listesine Maserceveyh, Kerhi ve Sabit [ailelerinin] isimlerini de eklemek gerekir. Masarceveyh ailesinden Büyük Maserceveyh ile oğlu İsa b. Masarceveyh, hem tercümeleri, hem de kendi eserleriyle ün kazanmıştı. Kerhi ailesinden de Şüheda-i Kerhi ile oğlu yetişmiştir. Harran Sabiilerinden8 olan Sabit b. Kurra [211/826-288/901] ise mütercimlikte olduğu kadar felsefede de önemli yeri olan bir zattır. Oğlu Sinan b. Sabit b. Kurra [öl:360/974]9 ile torunu Sabit b. Sinan da, gerek tercüme, gerekse felsefe konusunda babalarının çok iyi birer takipçileri olmuşlardır.
Birinci derecedeki bu şahıslardan sonra mütercimler listesine daha birçok ismin eklenmesi gerekmektedir. İbn Ebi Usaybia [öl:H.669], Antik döneme ait kitapların tercümesiyle uğraşanların sayısını otuza çıkartmıştır.10 İbn Nedim’in El-Fıhrist’inde ise bu, daha fazla bir sayıya ulaşmaktadır.
Abbasiler devrindeki bu tercüme faaliyetleri başlıca şu üç safhada gelişme göstermektedir:
Birincisi: Cündişapur Okulu, yerini Bağdat’a bırakarak zamanla sönüyor, Bahtişo ailesiyle Serabiyyun ve Mezue [?] gibi büyük ve önemli şahıslar Bağdat’ta geliyor.
İkincisi: Antik döneme ait eserler hummalı bir faaliyetle tercüme edilmeye devam ediyor. Bu tercüme faaliyeti kapsamında sadece Yunanlılara ait eserler değil, İranlılara, Hintlilere, Keldanitlere11 ve Kıptilere12 ait eserler de tercüme oluyor.
Üçüncüsü: Tercüme faaliyetlerinin sonucu olarak bizzat Müslüman gençler arasında muhtelif ilimlerde ve felsefede oldukça mümtaz şahsiyetler yetişiyor.
Oldukça dikkat çekicidir ki, bu dönemde tercüme edilen eserler, özellikle ilmi ve felsefidir. Antik Yunan Mitolojisine ve Yunanlı Edebiyatçıların şiir ve destanlarına karı tamamıyla ilgisiz kalınmıştır. Buna karşılık Yunan filozoflarından, tanınmayan şahsiyet yok denecek kadar azdır. Başta Aristoteles olmak üzere Platon, Phytagoras, Demokritos gibi filozoflar, derinden derine incelenmiştir. Ancak bu filozofların felsefi sistemleri hakkındaki bilgiler, İskenderiye üzerinden ve Süryaniler aracılığı ile alınmış olduğundan, filozoflardan bazısının fikir ve teorileri genellikle birbiriyle karıştırılmış, bunların hepsinde bir tür Yeni-Platonculuk görülmüştür.
Dipnot:
1. Rahip Marianos’un Latince eserlerde “Adfer” adıyla sözü edilen Abdülmelik İbn Ebcer El-Kenani’nin öğrencisi olması muhtemeldir. İbn Ebcer, Amr b. As’ın Mısırı fethi zamanında Yahya En-Nahvi’nin öğrencileri arasında İskenderiye Okulu’nun son temsilcisiydi. Genç Marianos, Hermes Felsefesini çok iyi bilen ve derin araştırmaları olan İbn Ebcer’Den bu ilimleri öğrenmiş, hocasının İslam’ı kabulünden sonra Kudüs’te bir manastıra çekilmiş, sonra da Halid’in daveti üzerine Şam’a gitmiştir. Marianos’un eserlerinden bazıları Robert Castrensis (Kastrensi) tarafından 1182’de Latinceye tercüme edilmiştir.
Burada kısaca İbn Ebcer’den söz gerekmektedir. İbn Ebcer Mısırlı bir bilgin ve deneyimli bir hekimdi. Orada diğer İskenderiyeli meslektaşlarıyla birlikte öğrenim gördü. Bazı oryantalistlerin iddialarının tersine Hıristiyan Keyserler zamanında yaşamamıştı. İslam ordularının Mısır’ı fethinden sonra, Ömer b. Abdülaziz şehzadeyken Müslüman oldu. Ömer b. Abdülaziz hilafete geçtiğinde Halife ile hem yakın dost, hem de onun özel hekimi olmuştu. İbn Ebcer’in İskenderiye Okulu’nun idareciliğini yaptığına dair rivayet ise kesinlikle uydurmadır. (Geniş bilgi için bkz: Ord. Prof. Dr. Hilmi Ziya ÜLKEN, Uyanış Devirlerinde Tercümelerin Rolü, Ülken Yay. İst-1997- (Sad.Nt.)]
2. Hermes ve Hermetik Felsefe hususunda aktarılası gereken bilgiler dipnot sınırını aştığı için ayrı bir ek olarak konulması uygun görülmüştür. Bkz. Ek. (Sad. Nt.)
3. Gizli İlimler; Yıldızların Ruhaniyeti, Sayıların Esrarı, Sihir (havas) ve Gök cisimlerinin maddi aleme etkisi gibi bir takım kuruntulara dayanan hurafelerdir. Bunlardan Nücum (astroloji), Sayıların Esrarı, Cifr ve Kimya (simya) gibi saçmalıklar doğmuştur.
4. Simya: Kurşun, bakır gibi değersiz metalleri altına dönüştürme sanatı olarak bilinse de İnsan-Madde-Tabiat hususunda derinlikli bir bakış açısıyla bu üç unsurun oluşturduğu bütünün ilkelerini inceleyip ortaya koyan bir disiplindir. Kendine özgü metal sembolizmi nedeniyle, konuya inisiye olmayanlar, bir tür teknik uğraş olarak algılanmıştır. (Simya ve sembolik dili konusunda geniş bilgi için bkz: Titus Burckhardt, a.g.e. Ayrıca bkz: Seyyid Hüseyin Nasr, İslam’da Bilim ve Medeniyet, İnsan Yay. İst-1991 (Sad.Nt.)
5. Cifr İlmi: Geleceğe ilişkin bilgilere ulaşma yollarını gösterdiği varsayılan sözde-ilim. Her harfe sayısal değerler vererek ve kelime ya da ibarelerin sayısal değerini hesaplayıp geleceği yorumlama esasına dayanır. (Bkz: Şinasi Gündüz, Din ve İnanç Sözlüğü).
6. İkincisi Abbasi Halifesi Mansur, yakalandığı mide rahatsızlığının tedavisi için, Cündişapur Okulunun başhekimi Georgias [bazı yazımlarda Gewargis] Bar Bahtişo’yu, iki öğrencisi ile birlikte Bağdat’a çağırır. Halifeyi tedavi ettiği yedi yıl içerisinde Bağdat’ta kalan Georgias, tıpla ilgili birçok kitabı da Arapçaya tercüme eder. Halifenin tedavisi bitip iyice yaşlanınca İskenderiye’ye geri dönmek için ısrar eder ve dönerken yanında getirdiği öğrencilerinden İsa b. Şahla’yı Bağdat’ta bırakır. Böylelikle İskenderiye, Bağdat arasında ilk kültürel bağlantı sağlanmış olur. Mansur aracılığıyla başlayan bu bağlantılar zamanla daha da sıklaştırılır ve Abbasilerin uzun süren iktidarı boyunca Cündişapur’da yetişen hekimler Bağdat’a akın ederek bazen saray hekimliği, bazen teorik tıp çalışmaları yapmışlardır. (Bkz: Mustafa Demirci, Beytu’l-Hikme, sh:48 v,d, İnsan Yay. İst.1996). İskenderiye-Bağdat arasındaki bu kültürel köprü sadece tıp alnında değil felsefe alanında da önemli birçok filozof, mütercim ve eserin Bağdat’a dolayısıyla da İslam dünyasına girişini sağlamıştır. (Sad.Nt)
7. Beytu’l-Hikmebağımsız bir yapı olmayıpsaraya bağlı ve idari yapılanması olan bir kurumdu. Başında “Sahibu Beytü’l-Hikme” adı verilen bir müdür bulunurdu. Çeşitli görevleri olan çeşitli görevliler bulunurdu. Bunlardan “Hazinler” ise çalışmamızla direkt ilgili olan görevlilerdir. Hazinler, idari görevden ziyade tercüme, tercümelerin kontrolü, redaksiyon gibi görevleri yanı sıra en önemlisi olarak bazen “kültür elçiliği” denebilecek bir sıfatla başka ülkelere, oralardaki kütüphaneleri inceleyerek Bağdat’ta bulunmayan eserlerin teminini sağlardı. Nitekim Halife Memun, yukarıda adı geçen Selm El-Harrani, Yahya İbn Batrik, Haccac b. Matar ve Huneyn b. İshak gibi bazı mütercimleri Bizans gibi önemli kültür merkezlerine göndermiş ve özellikle Bizans İmparatorundan, bazı kitapların kendisine gönderilmesini ricaetmişti. (Bkz: Prof. Dr. Mahmut Kaya, Beytü’l-Hikme, T.D.V. İslam Ans. İçinde, c.6, sh:88-89) [Sad.Nt.]
8. Harranlı Sabitler hususunda Bkz: Şinasi Gündüz, Mitoloji ile İnanç Arasında-Ortadoğu Dinsel Gelenekleri Üzerine Yazılar, 5. Ve 6. Bölümler (Sad.Nt.)
9. Babası Sabit b. Kurra’ya ait olduğu sanılan “Reisu’l-Etibba ve’l-Felasife/Hekimlerin ve Filozofların Reisi” ünvanının Sinan b. Sabite ait olamsı daha muhteeldir. Çünkü Abbasi halifelerinden El-Muktedir, 319/931 yılında onun aracılığı ile Bağdat’ta hekimlik yapan tüm tıpçıların imtihanını yaptırmıştır. Bu durum da Sinan b. Sabit’in resmi konumunu tahmin etmeye daha uygundur. (Bkz: Hilmi Ziya Ülken, a.g.e. sh: 84-85)
10. Müellifimiz, İbn Ebi Usaybia’nın, tercüme faaliyeti yapan mütercimlerin sayısının 30 olduğunu ifade etmektedir. Ancak biz bu çalışmayı yaparken, İbn Ebi Usaybia’nın söz konusu olan, Uyunü’l-Enba Fi Tabakati’l Etibba adlı eserinde mütercimler listesinin 47 isimden oluştuğunu gördük. (Bu 47 mütercimlerin isimleri için Bkz: İbn Ebi Usaybia, Uyunü’l Enba Fi Tabakati’l Etibba, Thk: Nizar Rıza, c.1 sh.116, Daru’l-Mektebetü’l-Hayat, Beyrut-tarihsiz) Tespit ettiğimiz bariz farklılığın nasıl açıklanabileceği ise okuyucunun takdirine bırakıyoruz. (Sad.Nt).
11. Keldaniler, Katolikleşen Nasturilere Kaldeliler anlamında verilen bir isimdir. Nasturilerin bir kısmı, 16.yy.’da Piskopos Yuhanna’nın Papalıkla ilişkisini kesmesinden sonra Vatikan’a bağlanmış oldu. Yuhanna, Papa tarafından “Doğu Patriği” ilan edildi. Böylece de Nasturiler Katolikleşmeye yanaşmayan nasturiler vardır ki bunlara da Asuriler denir. Keldani Kilisesi Patriği 1. Dünya Savaşı’ndan beri Bağdat’ta ikamet etmektedir. (Bkz: Şinasi Gündüz, a.g.e.) [Sad.Nt].
12. Kıptiler: Monofizit inancı benimseyen geleneksel Mısır Kilisesi, Geleneksel inanca göre Hıristiyanlık, Mısır’a İncil yazan Markos tarafından sokulmuştur. M.S. 451 Kadıköy konsilinden sonra diğer birçok monofizit inanca sahip kiliseler gibi Mısır’daki bu Kıpti Kilisesi de merkezden kopmuş oldu. Mısır’ın Amr b. As zamanında fethinden sonra Kıptilerin çoğu İslam’ı seçti. (Bkz: Şinasi Gündüz, a.g.e.) [Sad.Nt.]
Not: Bu metin M. Şemsettin Günaltay’ın Antik Felsefenin İslam Dünyasına Girişi adlı kitabın İlk Felsefi Hareketler ve Tercüme Faaliyetleri başlıklı metinden alıntıdır.
Not: Bu makalede yer alan görüşler yazara aittir ve Urvetü'l Vuska'nın editöryel politikasını yansıtmayabilir.
-
Muhakemat 12-07-2019 12:04
Yoksa, ahkâmı mensuh olduğu gibi, kasası dahi muharrefe olan İncil ve Tevrat değildir. Evet, mâsadak ile mânâ ayrıdırlar. Halbuki, mâsadak olmaya mümkün olan şey, mânâ yerine ikame olundu. Çok da imkânât vukuata karıştırıldı. Hem de, vaktâ hikmet-i Yunaniyeyi Müslüman etmek için Me'mun'un asrında tercüme olundu. Fakat pek çok esâtîr ve hurâfâtın menbaından çıkan o hikmet, bir derece müteaffine olduğundan, safiye olan efkâr-ı Arabın içlerine tedahül ettiğinden, bir derece efkârları karıştırdığı gibi, tahkikten taklide bir yol açtı. Hem de âb-ı hayat olan İslâmiyetten kariha-i fıtriyeleriyle istinbat etmeye kâbil iken, o hikmetin telemmüzüne tenezzül ettiler. Evet, nasıl ki ihtilât-ı A'câm ile kelâm-ı Mudarî'nin melekesi fesada yüz tutmakla muhakkikîn-i ulema o melekeyi muhafaza etmek için ulûm-u Arabiyenin kavaidini tedvin ettiler. Öyle de, şu hikmet ve İsrailiyat dahi, daire-i İslâmiyete duhulleriyle beraber, bazı nakkad-ı muhakkikîn-i İslâm temyiz ve tasfiyelerine teşebbüs ettiler. Fakat-hayfâ!-tamamıyla muvaffak olamadılar.
0
0
Muhakemat 12-07-2019 12:04
Hem de, vakta ki şu İsrailiyat, kitap ve sünnetin bazı îmââtlarına merci ve bazı mefahimlerine bir münasebetle me'haz olabilirlerdi—fakat âyât ve hadisin mânâları değil. Belki, faraza doğru olsalardı, mâsadak ve efradından olmaları mümkün olduğundan, su-i ihtiyarlarıyla başka bir me'hazı bulmayan veya atf-ı nazar etmeyen zahirperestler, bazı âyât ve ehâdîsi o hikâyat-ı İsrailiyeye tatbik ederek tefsir eylediler. Halbuki, Kur'ân'ı tefsir edecek, yine Kur'ân ve hadis-i sahihtir.
0
0
Muhakemat 12-07-2019 12:03
Üçüncü Mukaddeme İsrâiliyatın bir taifesi ve hikmet-i Yunaniyenin bir kısmı, daire-i İslâmiyete duhul etmeleriyle, din süsüyle görünerek, efkârı ihtilâle verdiler. Şöyle ki: O necip kavm-i Arap, zaman-ı cahiliyette bir ümmet-i ümmiye idi. Vakta ki içlerinden hak tecellî edip istidad-ı hissiyatları uyandı da, meydanda yol açan din-i mübîni gördüklerinden, umum rağabat ve meyilleri, yalnız dinin mârifetine inhisar eylediler. Fakat kâinata olan nazarları teşrihat-ı hikemiye nazarıyla değil, belki istitraden, yalnız istidlâl için idi. Onların o hassas zevk-i tabiîlerine ilham eden, yalnız onların fıtratlarına münasip olan geniş ve ulvî muhitleri ve safî ve müstaid olan fıtrat-ı asliyeleri tâlim ve terbiye eden yalnız Kur'ân idi. Bundan sonra kavm-i Arap, sair akvamı bel' ettiği gibi, milel-i sairenin malûmatları dahi Müslüman olmaya başladığından, muharrefe olan İsrailiyat ise, Vehb, Kâ'b gibi ulema-i ehl-i kitabın İslâmiyetlerinin cihetiyle Arapların hazain-i hayalâtına bir mecrâ ve menfez bularak o efkâr-ı safiyeye karıştılar. Hem sonra da ihtiram dahi gördüler. Zira ulema-i ehl-i kitaptan İslâmiyete gelenler, İslâmiyet şerefiyle gayet celâlet ve tekemmül ettiklerinden, malûmat-ı müzahrefe-i sabıkaları makbule ve müselleme gibi oldular, reddedilmedi. Çünkü İslâmiyetin usulüne musadim olmadığından, hikâyat gibi rivayet olunurken, ehemmiyetsizliği için tenkitsiz dinlenirlerdi. Fakat—hayfâ!—sonra hak olarak kabul edildiler, çok şübeh ve şükûkâta sebebiyet verdiler.
0
0
DiğerMAKALELER YAZARLARMustafa YILMAZ
Bugün Puthanede İbrahimiz! Yarın Ne Olacağız?
Urvetü`l Vuska - Tüm hakları saklıdır. ® 2014 - Sitede bulunun içerikler ve analizler kaynak gösterilerek alıntılanabilir. Networkbil.Net