Ana Sayfa  /  DÜŞÜNCE  /  İslam Düşüncesinde Tercüme Hareketleri / De Lacy O'leary
  • Facebook da Paylaş
İslam Düşüncesinde Tercüme Hareketleri / De Lacy O'leary
  • 06-10-2014
  • 0 yorum
  • 5105 okunma
Harran’ın yetiştirdiği en mümtaz sima, Yunanca, Süryanca, Arapça bilen ve sadık kalmış bulunduğu paganizm âyin ve inançları üzerine olduğu kadar, mantık, matematik, astronomi ve tıp hakkında da birçok eserler vermiş olan Sabit b. Kurra (ölm. H. 289 / M. 902)’dır

İslâm düşüncesinin aldığı yeni istikametin ilk ve en dikkate değer işaretlerinden birisi, felsefî ve İlmî konulara ait eserlerin geniş ölçüde Arapçaya tercümelerinin yapılmış olmasıydı. Emevîlerin düşüşünden seksen sene sonra Arapça konuşan dünya, Aristo’nun, başlıca Yeni-Eflâtuncu şarihlerin eserlerinin büyük kısmının, Eflâtun’un eserlerinin bazılarının, Galen’in eserlerinin büyük kısmının, diğer tıp yazarlarından ve onların şarihlerinden bazı parçaların, di­ğer Yunan İlmî eserlerinin, Hintçe ve Farsça yazıların Arapça tercümelerine sahip olmuş bulunuyordu. Tercüme faali­yetinin bu devri iki safha arz eder. Abbasîlerin iktidara gelişinden Me’mun’un cülusuna kadar devam eden (H. 132/M. 750-198/813) birinci safhada, oldukça fazla sayıda eser, bü­yük ölçüde Hıristiyanlar, Yahudiler ve İslâmiyet dışındaki dinlerden son zamanlarda ihtida etmiş olan muhtelif müstakil mütercimler tarafından yapılmıştır, Me'mun ve hemen onu takip edenlerin idaresindeki ikinci safhada, tercüme fa­aliyeti, esas itibariyle Bağdat’da yeni kurulan akademide toplanmış ve Arapça konuşan araştırıcıların felsefî ve İlmî çalışmaları için zarurî olan malzemeyi tercüme etmek hu­susunda devamlı bir gayret gösterilmiştir.

İlk tercüme eser, İranlı eski bir Zerdüştî olup, Saffah’ın babası Muhammed b. Ali’ye Müslümanlığı kabul ettiğini beyan ile onun kâtibi olan Abdullah b. el-Mukaffa’ya ait bu­lunmaktadır. İbnu’l-Mukaffa, efendisinin himayesine güve­nerek, Arap asilleri hakkında alaylı ve küstahça beyanlarda bulunmaya cesaret etmiş, hususiyle Basra valisi Süfyâria, annesinin iffetiyle ilgili çirkin bir şaka yapmıştı. Öyle görü­nüyor ki, Abbasîlerin ilk devirlerinde siyasî mevki işgal eden Arap asıllı kimseler, eski kölelerinin yaptıkları bu tür­lü hakaretlere tahammül etmek zorunda kalmışlardı. Hali­fenin amcalarından diğer biri tarafından çıkarılmak istenen başarısız bir isyan teşebbüsünden sonra, İbnu’l-Mukaffa’ya kardeşi Saffah’ınyerine geçen Halife Mansur’a takdim edil­mek üzere bir af mektubu hazırlaması direktifi verilmişti. Ancak o halifeyi kızdıracak bir mektup yazdı; bu mektupta yazılanlar arasında şu cümleler de yer almaktaydı: “Eğer herhangi bir zamanda Emirü’l-Müminin, amcası Abdullah b. Ali’ye karşıhaince hareket ederse, onun karıları boş, at­larıelinden alınmış, köleleri azad edilmiş ve Müslümanların  ona olan bağlılıklarıgevşemiş olsun.” Halife bu mektu­bu hazırlayanı aratmış ve vaziyeti öğrenince onu öldürme­si için Süfyân’a direktif vermiştir. Böylece şahsî kininin tah­mininden memnun olan Basra valisi, H.142/M. 759 veya 143/760’da İbnu’l-Mukaffa’yı son derece zalimce idam ettir­miştir. Bununla beraber, bu olayın teferruatı, muhtelif kay­naklarca başka başkadır.

Müslüman görünmesine rağmen İbnu’l-Mukaffa’ umumiyetle zındık kabul edilmiştir. Bu tâbir, esas itibariyle bir Mani dinimensubu için kullanılırdı. Fakat İslâm yazarları tarafından elâstikî bir şekilde, İslam’a uyduğunu alenen söyleyen, ancak gizlice kendi inancına bağlı kalan İran din­lerinden birinin mensubunu, yahutda herhangi cinsten bir eski akide mensubunu göstermek üzere kullanılmıştır. Ke­lime aslında Mani mezhebi mensuplarıtarafından kabul edilmiş bir unvan, sıddlk’in tercümesi olan Farsça bir keli­medir. Bu, batınî bilgiye sahip olmak manasınıtazammun eder ve bu fikirden Şiî mezheplere has hakiki inançlarını gizleme ve zahiren Ehl-i Sünneti kabul etmek şeklinde or­taya çıkan umumî teamülü göstermektedir. Mes’udî (VIII, s. 293), “İbnu’l-Mukaffa ve başkaları tarafından Mani, İbn Deysen ve Marcion’un eserlerinin Farsça ve Pehlevî dilinden Arapçaya tercüme edilerek yayılmasından sonra zındıklık olarak tavsif edilebilecek cereyanlar ortaya çıkmıştır” de­mektedir. Mansur zamanında da Yunanca, Süryanca ve Farsçadan tercümeler yapıldı. Süryanca ve Farsça kitaplar zaten, Yunanca ve Sanskritçeden yapılmış tercümelerdir, lbnu’l-Mukaffa’nınen meşhur eseri, Sanskritçeden Farsçaya tercüme edilmiş olup kendisinin Farsçasından çevirdiği Kelile ve Dimme (Bidpayın Masalları)adlı kitaptır. Bu eserin İbnu’l-Mukaffa tarafından Arapçaya yapılmış olan tercümesi, umumiyetle o zamanki Arap nesri için bir örnek kabul edilmek­tedir. Farsça orijinali kaybolmuştur, ancak Nesturi misyo­neri Budh tarafından aşağı yukarı M. 570’de yapılmış Sür­yanca bir tercümesi mevcut olup, basılmıştır (Nşr. Bickell ve Benfey, 1876). Eserin muhtemelen ilk şekli olan Sanskritçe orijinali de kaybolmuştur. Fakat biz, onun malzemesini çok dağınık bir şekille iki Sanskritçe kitapta bulmakta­yız. (1)Sacy’ninArapça metninin 5,7,8,9,10,17'ncisi olarak görünen hikayeleri ihtiva eden Panchatantra'da ve(2) 11,12,13 üncü fasılları ihtiva eden Mahabharata'da.Aşikâr­dır ki Budh’un eski Süryancası, orijinalin Farsça tercümesi­nin bir tercümesi olarak, metnin eski şeklinin en iyi temsil­cisi durumundadır. İbnu’l-Mukaffa’nın Arapça tercümesi, birbirinden yapılan bütüntercümelerde, daha sonraki Süryancalarda, eski Farsçadan değil de Arapçadan yapılmış muhtelif Ortaçağ Farsça tercümelerinde, çeşitli Lâtince, İb­ranca, İspanyolca, Farsça veYunanca tercümelerde görüldü­ğü üzere birçok tahrif ve ilâveleri ihtiva etmektedir, işte bu Arapça tercümedir ki, bu esere daha önce olduğundan ve olabileceğinden geniş bir yayılma imkânı verdi ve onu batı dünyasına tanıttı. Aristo’nun eserleri ve buna benzer diğer malzeme hususunda da tamamiyle aynı paralellik göze çar­pıyordu. Arapça, son derece yaygın bir intikalin vasıtası ha­line gelmişti ve malzeme olarak Arapça vasıtasıylayapılmış ilâveler dahi geniş bir yayılma imkânına kavuşmuştu.

İbnu’l-Mukaffa, Mansur zamanında yaşamıştı. Bildiği­mize göre (Mes’udî, VIII, s. 291-2) bu devirde Aristo’nun muhtelif risalelerinin, Ptolemaios’un el-Macesti’sinin, Öklid’in ve Yunancadan diğerbazımalzemeninArapçaya ter­cümeleri yapılmıştı. Aşağı yukarıH. 156/M. 773’de Hintli bir seyyah, aritmetik ve astronomi üzerine iki risale getir­mişti. Astronomiye ait olan risale, Arapça yazmış olanya­zarlar arasında Sindhind adıyle şöhret kazanmış olan Siddhantaidi. İbrahim el-Fezârî tarafından tercüme edilmiş ve böylece astronomik araştırmalara karşı yeni bir ilgi uyan­dırmıştı. Bundan biraz sonra Muhammed b. Musa el-Harezmî, Yunan ve Hind astronomi sistemlerini birleştirmişti. Bu zamandan itibarenbukonuArapçada yapılmış araştırmalar arasında önemli bir yer işgal etmişti. Arapça yazmış, d-Kin­di'nin talebesi, OrtaçağLâtin yazarlarının Abu Mazar olarak bildikleriH.2Z2/M.885’de ölmüş olanBağdatlıEbu Ma'şer ve Albategnus olarak bilinen Muhammed b. Cabir b. Sinan el-Battânî (ölm. 317/929) gibi büyük astronomlar, daha sonraki nesle mensupturlar. Aritmetik’e ait olan Hind ese­ri, Hind rakamlarının zamanla Arap rakamları haline gelmiş olmasının da göstereceği üzere, daha da önemli idi ve bu onlu rakam sistemi, aritmetik işlemlerin, daha eski ve sı­kıcı sistemlerin herhangi birisi bahis konusu olduğu zamanumumiyetle güç görünen matematiğin yayılmasını müm­kün kıldı.

Mansur, H.148/765’de Bağdat'ı kurduktan sonra, Cundişapur okulundan George Buhtişu adlı bir Nesturi hekimini davet ederek onu, saray tabibi yaptı. Bu zamandan itibaren sarayla münasebetli bir Nesturi hekimler serisi mevcut olup, bunlar Bağdat’ta bir tıp okulu meydana getirmişler­dir. George Bağdat’ta hastalanmış ve Cundişapur’a çekilme­sine müsaade edilmişti. Bunun üzerine yerini tedavi usulle­ri hakkında bir kitabın müellifi olan talebesi İssa b. Thakerbuht almıştır. Daha sonra H.l71/M.787’de Harunu’r-Reşîd’in tabibi olan George’un oğlu Buhtişu gelmiş, onu da H.175/M.791’de Cafer Bermekî’ye bakmaya gönderilen ve Ha­run’un yanında itibarlı bir mevkii olan George’un diğer oğ­lu Gabriel takip etmiştir. Bu zat, mantığa giriş, yiyecek ve içecekler hakkında Halife Me’mun’a bir mektup, Dioscorus,Galen ve Aegina’lı Paul’ûn eserlerini esas alarak bir tıp ki­tabı, bazı tıbbı şerhler, konular hakkında bir risale ve buna benzer daha başka eserler yazmıştır. Hatırlanacağı üzere tıpda Hind sistemi Cundişapur yoluyla girmiş, burada Yu­nan sistemiyle birleşmiş, ancak bu son sistem hâkim duru­munu muhafaza etmiştir. Bağdat’ta yerleşmiş olan diğer önemli bir şahıs, Aaron’un Syntagma'sını Süryancaya çevir­miş olan ve İslâmiyet’in merkezindeki tıp okuluna başkan­lık yapmış bulunan Suriyeli Yahudi hekim Johanna Bar Ma serjoye idi. Uzun müddet tıp konusundaki Arapça eserler, büyük Yunan otoritelerinin tercümelerine inhisar etmiş bu­lunuyor ve bu konudaki pratik faaliyet de, İskenderiye’de öğrenilenlere uygunbir tarzda yapılıyordu. Zaten İslâmiekolün kendisini asla kurtaramadığı kötü bir temayül ola­rak, Tıp ve Kimya’yı yan majik bir istikamette birbirinden ayıran Mısır ekolünden alınan tesirden bahsetmiştik. Arap­ça konuşan bu cemiyetin, tıp konusunda orijinal eser vere­bilmesi için epeyce zaman geçti. Takriben III. asrın sonun­da, Porphyrios’un Isagoji’sininbir hulâsası halinde, ruh üzerine bir risale ve giriş mahiyetinde bir tıp el kitabı yaz­dığı söylenen el-Kindî’nin talebesi Ebu’l-Abbas Ahmed b. Tayyib es-Serahsî’yi görmekteyiz (Mes’udî, II, s. 72). Bu za­manda tıbbî çalışmalar, büyük ölçüde Hıristiyan ve Yahudilerin ellerinde idi. Bu sırada gördüğümüz diğer bir kimse de, Süryanca tıbbî şerhler yazmış olan Süryanî hekim Johanna Ben Serapion (IX. yüzyıl sonu) idi’ Bu şerhlerden bir kısmı muhtelif yazarlar tarafından müstakilen Arapçaya çevrilmiş, bunlar daha sonralarıCremona’lı Gerard tarafın­dan Lâtinceye tercüme edilmiştir.

İslâm tıbbının babası, Ortaçağ Lâtin yazarlarının “Razes” diye tanıdıkları, müzik, felsefe, edebiyat ve nihayet tıp bilgini Ebu Bekr Muhammed b. Zekeriya er-Râzı (ölm. H. 311-320/M. 923-932) dir. Tıbbî şerhlerinde Yunanlı ve Hindli otoritelere istinat etmiş, bu eserlerin giriş kısımla­rında yazdıkları, ilmin ilerlemesi bakımından Müslüman araştırıcılarının yaptığı önemli hizmetlerin belli başlısını teşkil etmiştir. Ancak, Râzî’nin eseri tertip ve tanzim bakı­mından son derece kusurlu olup karışık bir risaleler koleksiyonudurumundadır. Bilhassa bu sebepten onun yerini, eserleri başka bakımlardan hatalı fakat son derece sistema­tik olan İbn Sina almıştır. Görülüyor ki, Arapça yazmış olan başlıca tıp otoriteleri, tıpkı Süryânî selefleri gibi umumiyet­le mantıkla meşgul olmuşlar ve aynı zamanda Galen ile Aristo’nun eserlerini şerh etmişlerdir.

Halife Mansur, Nesturî hekimlerini kendi kurduğu Bağ­dat şehrine kazandırmak için her türlü fedakârlığı yapan bir hami ve aynı zamanda Yunanca, Süryanca ve Farsça eser­lerin Arapçaya tercümesini yapanları teşvik eden bir kim­seydi. Bu konuda daha fazla biralâka, şüphesiz mevcut Nesturî ve Zerdüştî okullarının ilhamıylaH. 217/M. 832’de Bağdat’ta bir okul tesis etmiş olan Halife Me’mun tarafın­dan gösterilmişti. O, bu okula “Beytü’l-Hikme”adını vermiş ve bu okulun başına da gerek Süryanca ve gerekse Arapça eserler yazmış, aynı zamanda Yunancaya vakıf bir bilgin olan Yahya b. Maseveyh (ölm. H. 243 / 857)’i getirmişti. Onun “Humma"hakkındaki risalesi uzun zaman şöhretini muhafaza etmiş, daha sonra Lâtince ve İbrancaya tercüme edilmiştir.

Bununla beraber bu akademinin enönemli araştırmala­rı, Yahya’nıntalebeleri ve halefleri, hususiyle Aristo’nun Organon'unun bazıkısımlarınınve başlıca tıp otoritelerinin Süryancaya tercümesi bahsinde zikrettiğimiz Ebu Zeyd Huneyn b. İshak el-İbadî (ölm. H.263/M.876) tarafından yapılmıştır. Bağdat’ta Yahya’dan ders gördükten sonra İskenderiye’ye gitmiş ve oradan bu ilk tıp okulunda yalnız eğitim görerek değil, fakat aynı zamanda Süryancaya ve Arapçaya tercümeler yapmak hususunda kullandığı iyi bir yunanca bilgisiyle dönmüştü. Onunla ilgili olarak oğlu İshak ve ye­ğeni Hubeyş’i zikretmek lâzımdır. Huneyn, Öklid’in, Galen, Hippokrates, Arşimedes, Apollonius ve diğerlerinin eserle­rinin muhtelif kısımlarının, Eflâtun’un Devlet, Tima- eus’unun,Aristo’nun Kategoriler,FjzıjtveMagnaMoralia’sının, Metafizik’in30'uncu kitabı üzerine Themistius’un yap tığı şerhin ve nihayet Ahd-i Atikve Ahd-i CedidinArapça tercümeleriniyapmıştı. O aynı zamanda uzunyıllar kimya konusunda belli başlı bir otorite sayılan Aristo’nun sathi bireseri olan Minerctîoji’sini ve Aegina’lı Paul’ün tıbbî şerhlerini tercüme etmiştir. Oğlu, tıp sahasındaki orijinal eserleri yanında, Eflâtun’un Sophist’inin, Aristo’nun, Huneyn’in süryancaya tercüme ettiği Metafizik, De Anima, De Genera- tione et De Corruptioneve Hermeneutica’sının, Porphyrios, Afrodisiaslı Alexander ve Ammonius şerhlerinin bazıları­nınArapça tercümelerini yaptı. Biraz daha sonra meşhur bir mütercim olarak Suriyeli bir Hıristiyan olup Yunanistan’da tahsil eden Baalbek’li Questa b. Luka’yı görmekteyiz.

H.IV./M.X. yüzyıl, Arapçaya tercüme yapan mütercimle­rin altın devridir. Şurasını işaret etmek yerinde olur ki, bu iş, esas itibariyle Süryanî ananesinden mülhem ve Süryanca konuşan Hıristiyanlar tarafından yapılmış olmasına rağ­men, tercümelerin büyük bir kısmı doğrudan doğruya Yunancadan, İskenderiye veya Yunanistan’da bu dil üzerinde çalışmış olan kimseler tarafından yapılıyordu; aynı müter­cimin, YunancametindenSüryancaveArapçaya tercümeler yapmış olduğu çok görülmektedir. Bu sırada, aynı zaman­da Süryancadan çeviren mütercimler de vardı. Ancak bun­lar, Yunancadan çeviren mütercimlerden sonra gelmekte­dirler. Süryancadan çeviren nesturî mütercimler arasında Aristo’nun Analitica Posteriora ve Poetica’sım De Generali- one et De Corruptioneüzerine Afrodias’lı Alexander’in ve Metafizih’in30'uncu kitabı üzerine Themistius’un şerhleri­nin hepsini de mevcut süryanca tercümelerinden Arapçaya çevirmiş olan Ebu Bişr Matta b. Yunus (ölm. H 328/M. 939) vardır. O aynı zamanda Aristo’nun Kategorilerive Porphyrios’un Isagoji'siüzerine orijinal şerhlerin müellifi­dir.

Yakubîmütercimler Nesturîlerden sonradır. SüryancadanArapçayatercümeler yapan Yakubîler arasında, mev­cuttercümelerin birçoklarının kontrolünü yapanAris­to’nun Kategoriieri’nin, SophisticaElenchi, Poetica ve Metafizik'ini, Eflâtun’un Devlet ve Timaeus’unu, Afrodisas’lı Alexander’in Kategoriler, Theophrastus’un Moraliaüzerineolan şerhlerinin tercümelerini hazırlamış olan Huneyn’in talebesi Takrit’li Yahyab. Adiy(ölm. H.364/M.974-75)bu­lunmaktadır. Yakubî Ebu Ali İsa b. Zera’a (ölm. H. 398/M.1007-8)’da Kategorileri, Tarih-i Tabiî’yi ve Johanna Philoponus’un şerhiyle de Partibus Animalium’utercüme et­miştir.

Burada, Arapça yazmış olan felsefe araştırıcısının istifa desine sunulan Aristo felsefesini kısaca hulâsa etmek yerin­de olacaktır. Bir defa Organon’un tamamı Arapçaya çevril­miş bulunuyordu. Bu, Porphyrios’un îsagoji’sini olduğu ka­dar Retorica ve Poetica'yı da ihtiva ediyordu. Tabiî ilimlere ait eserlerden Physica, De Coelo, De Generatione et De Corruptione, De Sensu, Historia Animalium, Meteorologiave De Animaçevrilmişti. Nazarî ilimler ve ahlâk’a ait eserler ara­sında Metafizik, Nicomachaean Ahlâkı ve Magna Moralia bulunmakta idi. Siyasetle ilgili eserler arasında Aristo’nun Politikasının bulunmaması ve onun yerini Eflâtun’un Devlerininalması gariptir. Bunlardan başka bu konuların araş­tırıcıları, Aristo’cu olarak, hakkında hiçbir bilgimiz olmayan bir Mineraloji vebir de Mekanikkabul etmişlerdir.

Bu eserlerden Organon,yerli gramer çalışmalarının yanında, daima İnsanî bir eğitimin esası olarak kalmış ve öğretimin bu mantıkî esası, Suriyeliler arasında gelişmiş olan mevcut sistemin tesiriyle olmuş görünmektedir. Bununla beraber hatırlanması yerinde olur ki, böyle bir sistem, tamamiyle müstakil bir şekilde, Arapça yazmış olan müelliflerle ilk temasa tekaddûm eden devrede lâtin skolâstisizminde de gelişmiş bulunuyordu. Aristo mantığı daima de­ğişmez ve üzerinde münakaşa edilmeksizin kabul edilen bir ilim olarak kalmıştır. Arapça yazmış olan filozoflar tarafın­dan ortaya konmuş olan felsefî ve teolojik meseleler ve ge­lişmeler esas itibariyle metafizik ve psikoloji konularına in­hisar ediyordu ve bu bakımdan, Metafizik’in XII. kitabı ile De Animarisalesi, hususiyle de onun 3'üncü kitabıyla ilgileni­yorlardı. İşaret ettiğimiz üzere, Aristo’nun psikolojisi, Afrodisias’lı Alexander’in şerhinin ışığı altında izah edilmiş ve böylece Yeni Eflâtuncu doktrinde tam gelişmesini bulmuş olan İlâhî ve tabiat üstü bir renk almıştı.

Bu Yeni Eflâtuncu doktrinin, tam manasıylagelişmesin­de en ziyade müessir olan takriben H. 226/M. 840’da Arapçaya çevrilmiş bulunan Aristo Teolojisiadlı eser idi. Bu as­lında Plotinus’un Erınead’larının son üç kitabının (IV-VI), Humus’lu Naime tarafından yapılmış kısa bir şerhinden ibaretti. Uzun yıllar Aristo’nun hakikî bir eseri imiş gibi ka­bul edildi. Bu vaziyet edebî bir sahtekârlık olarak kabul edi­lebilir. Fakat söylemeklâzımdır ki, Plotinus’un, adı Arapçada Eflâtun şeklinde görünen Plato ile karıştırılmış olma­sı çok mümkündür. Gerçekten öyle görünmektedir ki, bu karıştırma, diğer bazı yazarlar tarafından yapılmıştır ve mü­tercimler, sadece Aristo ve Eflâtun’un doktrinlerinin esas, itibariyle aynı olduğu, aradaki farkın sathî bir takım teza­hürlerden ibaret bulunduğu şeklinde, bütün Yeni Eflatun­cu şarihler tarafından benimsenmiş olan mevcut inancı ka­bul etmişlerdir. Yeni Eflâtuncuların tam manâsıyla gelişmiş olan doktrinleri, bu teoloji vasıtasıylageniş ölçüde yayıldı ve Afrodisias’lı Alexander’ın doktrinleriyle birleşerek İslâm Felsefesi üzerinde birçok bakımlardan müessir oldu. Filozofların ellerinde, nihaî şeklini İbn Sina ve İbn Rüşd’ün felsefelerinde bulmuş olan İslâmî bir Yeni Eflâtunculukgeliş­ti. Bu da, daha sonraki Lâtin skolâstisizminin gelişmesinde son derece mühim bir rol oynadı. İslâm dünyasında gelişen Yeni Eflâtunculuk, diğer bir atmosfere nakledilerek sûfizm yani İslâm mistisizmine tesir etti ve esas itibariyle bu misti­sizmin geliştirdiği spekülatif teolojiyi ortaya koydu. Bu iki kaynaktan çıkarılmış olan prensiplerin bazıları, mutedil bir şekilde sünnî kelâm sistemine girdi.

Bu Yeni Eflâtuncu doktrinin İslâm kelâm sisteminde yer almış olan başlıca esasları, faal akıl(Active Intellect = el-aklu’l-faal) öğretisidir. Bu, tıpkı Afrodisias’lı Alexander’ın Al­lah’tan bir tecellî mahiyetindeki fail aklı(Agent Intellect) gibidir. Bu fail akl’ın çalışmasıyla harekete geçen Aklu’l- Hayyularıî(Passive Intellect) de esas itibariyle Afrodisiaslı Alexander’ın doktrinidir, insanın gayesi kendi akl’ını fail akıl ile birlik yapacak şekilde birleştirmeye yahut onunla bir ittisal temin etmeye çalışmaktır. Bununla beraber, bu birliğe ulaşma vasıtaları ve bu birliğin tabiatı, aşağıda göreceğimiz üzere, filozof ve mutasavvıfların doktrinlerinde ; farklı bulunmaktadır.

Felsefeden sonra tıp ilmi Arapçanın hâkim bulunduğu dünyanın, Helenizm'den aldığı en önemli bir mirastır. Fakat mutavassıt bir İskenderiye yoluyla alınmış olan bu ilim, Galen ve Hippokrates’in saf öğretisine daha sonraki Mısır ekolonün eklediği ilâveler dolayısıyla ciddî eksikliklere sa­hip durumdaydı. Zaten işaret ettiğimiz üzere bu ilâveler, yan majik bir karakterde idi ve bugün artık “Maji’ye mütemayil ilimler” şeklinde sınıflandırılan fikirler üzerine mü­esses tılsım ve nazariyelerde ifadesini bulmuştu. Bütün bu "gelişmeleri hızlandıran gerçek kuvvet, Helenizm’den gel­mekte idi. Fakat bu tesir felsefede Nesturîlerden, tıpda da Kesturîler ve Cundişapur’daki Nesturi okulundan alınmıştı. Daha sonra da, aynı zamanda Yeni Eflâtuncu bir temayü­lü olan Harran’daki pagan okulunun tesiri gelir. İkinci Ab­basî Halifesi Mansur, Bizans İmparatoruyla harbetmek üze­re Harran’dan geçerken, uzun saçları ve vücutlarına uygun dar elbiseleri ile kendisini karşılayan bazı tebaasının garip görünüşü kendisini hayrete düşürmüştü. Halife onlara, Hıristiyan, Yahudi veya Zerdüştî mi? olduklarını sorduğu za­man, onlar, bunlardan hiçbirisi olmadıkları, cevabını verdiler. Bunun üzerine Halife, İslâm hâkimiyetinde ancak “ehl- i kitap”danolanlara müsamaha edilebileceğini ifade etti. Bunun üzerine onların gösterdikleri tereddüt ve verdikleri müphem cevaplardan Halife, bir pagan kolonisi keşfettiği­ne kani olmuştu. Halife, harpten dönmesinden önce “kita­bî dinlerden” herhangi birini benimsemelerini emretti, ak­si takdirde kendilerini ölüm cezasına çarptıracağını bildir­di. Bu hadise onları son derece kuşkulandırdı; bazıları Müslüman, bir kısmı da Hıristiyan veya Zerdüştî oldular. Fakat bazıları, ananevi inançlarını bırakmayı reddettiler. Bu so­nuncular, Halife’nin isteklerinden nasıl kurtulacaklarını düşünerek bir müddet endişe içinde kaldılar. Nihayet bir fakîh, kendisine dolgun bir ücret ödedikleri takdirde onla­ra bu müşkülden kurtulmanın yolunu göstereceğini söyle­di. Ücret ödendi, o da, onlara, sabiî olduklarını söylemele­rini tavsiye etti. Çünkü sabiîler Kur an’da “kitap ehli” ola­rak gösteriliyordu. Fakat sahillerin kimler olduğunu kimse bilmiyordu. Dinleri, eski Babil devlet dini, Hıristiyan gnostisizmi ve zerdüştîliğin garip bir karışımı olan veBasra ya­kınında bir yerde yaşayan sabiîyyûn adıyla bilinen bir mez­hep vardır. Lâkin bunlar daima dînî inançlarını yabancılar­dan gizlemek hususunda çok dikkatli olmuşlardır. Şüphe­siz Kur'an'dâ Sabiîyyûn adı altında zikredilen mezhep bu olmasına rağmen, bu tabirin, aynı zamanda Harran paganlarını içine almadığını kimse ispat edememiştir. Halife Harran’dan tekrar geçmemiş, sabiî adım almış olan paganlar onu kullanmakta devam etmiş, Hıristiyan veya Zerdüştî olanlar, eski inançlarına dönmüşler ve onun bu yeni adını da benimsemişlerdir. Müslüman olanlar ise bu dinden dö­nen herhangi bir kimseye verilen ölüm cezasından kurtul­mak için o dinde kalmaya mecburdular.

Harran’ın yetiştirdiği en mümtaz sima, Yunanca, Süryanca, Arapça bilen ve sadık kalmış bulunduğu paganizm âyin ve inançları üzerine olduğu kadar, mantık, matematik, ast­ronomi ve tıp hakkında da birçok eserler vermiş olan Sabit b. Kurra (ölm. H. 289 / M. 902)’dır. Oğlu Ebu Said Sinan, torunları İbrahim ve Ebu’l-Hasan Sabit ve küçük torunları İshak ve Ebu’l-Ferec onun yolundan gitmişlerdir. Bunların hepsi de matematik ve astronomi ihtisası olan kimselerdi.

Öyle görünüyor ki, tam tarihî bir karakteri olan, ancak yaşadığı zaman kati olarak bilinmeyen fakat Emevî hanedanından Halid’in bir talebesi olduğu kabul edilen ve ken­disini kimya sahasında yapmış olduğu araştırmalarla tanıt­mış olan Cabir b. Hayyân’ı da Harran’a bağlamaya mecbu­ruz. Kimya’ya ait birçok risaleler Cabir adını taşırlar. Bun­ların büyük bir kısmı, ihtimal, tamamiyle sahihtirler. M. Berthelot, La Chimie au. M oy en Age (Paris 1893) adlı eseri­nin üçüncü cildinde Arapça yazan kimyacıların dikkatli bir tahlilini yapmış ve bu konudaki malzemenin iki gruba ay­rılabilmesinin mümkün olduğunu görmüştür. Birisi, İsken­deriyeli Yunan kimyacılarının araştırmalarının Arapçaya naklinden ibaret bulunmakta, diğeri de, başlangıçta İsken­deriye’deki çalışmalara dayanmasına rağmen daha sonraki orijinal araştırmaları ihtiva etmektedir. Berthelot, bütün bu orijinal malzemenin, kimyada Aristo’nun mantıktaki yeri­ne müşabih bir durumu olan Cabir'in inisiyatifi ile meydana gelmiş olduğuna inanmaktadır. Berthelot, adı geçen eserin­de, Cabir’in olduğu iddiasıyla altı risale neşretmiştir. O bunların, Arapça yazılmış bütün kimya malzemesini temsil ettiği kanaatindedir. Daha sonraki araştırıcılar, bu ilk bilgin tarafından gösterilen yolda ilerlemişlerdir. Uzun zaman üzerinde durulan başlıca noktai nazar madenlerin değişme­si meselesiydi. Fakat daha sonra kimya, bizim ilm-i simya derken kastettiğimiz metallurjik karakterini kaybetmeye­rek tıbbî eserlerle daha sıkı irtibat temin etmiştir. Şüphesiz Arapça yazmış olan ilm-i simya araştırıcısının görüşü, mo­dern görüşe uymamaktadır; bununla beraber, unsurların değişmesi imkânı artık, XIX. yüzyıl kimyacılarına göründüğü üzere tahakkuku imkânsız bir rüya değildir. Aynı za­manda belli hudutlarıyla Arapça yazmış olan kimyacıların, yaptıkları tecrübelerin neticelerini doğru olarak anlamasalar bile, gerçek anlamda araştırıcılar olduklarını kabul et­mek lâzımdır.

M. Berthelot tarafından yayınlanmış olan bütün metin­ler, muhteviyatın son derece gizli tutulması ikazıyla başlar­lar ve ekseriya, yetişmemiş bir araştırıcı tecrübeyi yapama­sın diye bazı esaslı ameliyelerin ihmal edilerek geçildiği yo­lundaki ifadeleri ihtiva ederler. Aksi takdirde külliyetli miktarda bir altın istihsali, bütün insan ırkının ahlaken de­jenere olmasına sebep olabilirdi. Şüphesiz Arapça yazmış olan İslâm kimyacıları madenlerin altın haline nasıl geldi­ğini gösteren bilgiyi kazanmış oldukları iddiasında bulun­muşlardı. Fakat tarihler, birçok çağdaş düşünürler tarafın­dan bu iddiaların şiddetle tenkid edildiğini göstermektedir. Ve İslâm yazarlarının büyük bir kısmı kimyayı sadece sah­tekârlıktan ibaret saymışlardır. Birçok kere işaret edildiği üzere, filozof Farabi madenlerin alım haline geleceğine ina­nıyordu ve onun nasıl yapılacağına dair de bir risale yazmıştı. Mamafih Farabî zaruret içinde yaşamıştı. Halbuki ilm-i simya’ya inanmayan İbn Sina, mûtevazi de olsa rahat bir hayat sürmüş, üstelik istediği takdirde sahip olabileceği servet teklifleri yapılmıştı.

Cabir tarafından yazılmış olan risalelerin bazıları Orta­çağ boyunca Lâtinceye çevrilmiştir. Bu tercümelerde Cabir’in adı Geber şeklinde geçmektedir. Böylece o, batı ilm-i simya ekolünün meydana gelmesinde oldukça müessir ol­muştur. Daha önceleri Batı Avrupa’da bir hayli orijinal ilm-i simya kitapları ortaya çıkmış ve bunların büyük bir kısmı da bir imza sahtekârlığı ile Geber adı altında yayınlanmış­tır. Netice olarak Geber’in şahsiyeti, yan efsanevî bir karak­ter aldı. Hayatı, ölümü, memleketi ve yaşadığı yüzyıl hakkındaki ifadeler ayrı ve birbirine aykırı durumdaydı. Bu adı taşıyan muhtelif şahıslar ortaya çıkmıştı. Fakat gerçek şu­dur ki, Cabir, çok erken bir zamanda bir kimya yazarı ola­rak büyük bir şöhret kazanmışa ve daha sonraları ona bir­çok şüpheli eserler atfedilmişti. Berthelot’ya göre en kuvvetli delil, Cabir’i II. Hicrî yüzyılın Harran ekolüne bağla­maktadır.

Arapça yazılmış olan kimya eserleri, büyük ölçüde, İskenderiye Yunan kimyacılarının eserlerinin yeniden ortaya konulmasıdır. Ancak, muhtemelen temelde yerli bir Mısır tabakasının da bulunduğunu söylemek lâzımdır. J. Ruska (Tabula smaragdina,1926), Koptça yoluyla Arapçaya intikal etmiş olan malzemeyi nazarı itibara alır. Fakat koptça me­tinlerin Arapça orijinallerden edilmiş tercüme olmaları dolayısıyla şüphesiz böyle bir mesele bahis konusu değildir.

Not: Bu metin De Lacy O'leary'nin İslam Düşüncesi ve Tarihteki Yeri adlı kitabın Mütercimler başlıklı bölümüden alınmıştır.

 

Not: Bu makalede yer alan görüşler yazara aittir ve Urvetü'l Vuska'nın editöryel politikasını yansıtmayabilir.

YORUMLAR
Henüz Yorum Yok !
Diğer