
- 10-10-2014
- 0 yorum
- 6778 okunma
Müslüman milletlerin kurtuluşu ve saadeti onların tam olarak İslâmlaşmalarındandır. Biz bunu eskiden beri iddia edegelmiştik. Ancak "İslâmlaşmak” tabiri çeşitli şekillerde açıklanmaya müsaittir. Bu yüzden, tabirden ne anladığımızı, mümkün olduğu kadar açık bir şekilde ortaya koymayı faydalı bulduk.
İslâmiyetin kendine has bir inancı, bu inanç üzerine kurulmuş ahlâkı, ahlâkından doğan İçtimaî hayatı ve netice olarak bu hayatın gerekli kıldığı siyaset kaideleri vardır. İslâmiyet kusursuz bir bütün teşkil eden bu esasları bakımından en mükemmel ve en son olgunluğa sahip bir insanlık dinidir.
Bu özelliği sebebiyle İslâmiyet, beşer hayatını sevk ve idare eden âmillerin bir toplamı olmuştur. Bu âmiller, her biri diğerlerinden türemiş olduktan başka, uygunluk içinde, mükemmel, ayrılması imkânsız bir bütün meydana getirirler. Öyle ki, - dini bulunduğu şahs-ı manevîde olduğu gibi- idealizm ve pozitivizm görüşleri o bütünün içinde bağdaşmış olarak bir arada bulunurlar.
O bir beşeriyet dinidir, insan vicdanının en tabii dayanağı, rehberi ve mahiyetinin açıklayıcısıdır ve vicdan gibi de, tecrübeye dayanan maddî ilimleri, metafizik inançları ve nazariyeleri, yani insan idrakine sığan ve sığmayan bütün hakikatleri de hep birden kendinde toplamıştır.
Tam olarak ne idealist ne de pozitivisttir. Her ikisini de ihtiva eder. Sadece bir tanesinin özelliklerini taşıdığını söylemek onun varlığını inkâr etmek demektir; Çünkü idealist görüş tek başına hiçbir fayda sağlamayacağı gibi, mevcut da olamaz, idealizmden tamamen ayrı olarak düşünülen pozitivizm de böyledir. Çünkü bunların biri ötekinin neticesidir.
Bizim için “İslâmlaşmak” demek, İslâmiyetin inanç, ahlâk, yaşayış ve siyasete ait esaslarının tam olarak tatbik edilmesi demektir. Bu tatbikin ise o esasların, zaman ve muhitin ihtiyaçlarına en uygun bir şekilde tefsir edilmesinden sonra yapılması gerekir.
Kendisinin Müslüman olduğunu söyleyen bir adamın, kabul etmiş bulunduğu dinin esaslarına göre hissedip, düşünüp, hareket etmesi gerekir. Bunu yapmadıkça, yani İslâmiyetin ahlâk, hayat ve siyasetine kendini tamamıyla uydurmadıkça, yalnız Müslümanlığını itiraf etmek ona bir şey kazandırmaz. Hiçbir saadet de elde edemez.
Bir Kant’ın yahut bir Spencer’in ahlâk görüşüne inanan, ayrıca içtimaî hayatta Fransız, siyasette İngiliz usulünü kabul eden bir Müslüman, ne kadar bilgili olursa olsun, ne yaptığını bilmeyen bir kimseden başka bir şey değildir.
Bir adamın zihninde, uyuşmaları imkânsız bunca zıt fikirler birbirini yalanlar ve çatışıp dururlarken, yan yana yaşamaya da devam ederlerse, artık o adamın kafası ve vicdanı nasıl bir şey olur, tasavvur edilsin!
Çinlilerin ahlâk, Hintlilerin hayat ve Meksikalıların siyaset görüşlerini benimseyen bir Fransız veya bir Alman acaba nedir? Madem ki bir Fransız yahut bir Alman gibi hissetmiyor, düşünmüyor; hareket etmiyor; kullandığı lisan Alman yahut Fransız lisanı olsa da, o ne Alman, ne de Fransızdır.
Buraya kadar “İslâmlaşmak” tan ne anladığımızı izah ettik. Şimdi de İslâmiyetin inanç, ahlâk ve siyaset görüşleri neyden ibarettir, açıklamaya çalışalım.
İslâmda Cemiyet Ahlâkı
İslâm ahlâkının kaynağı, hak olan tek Allah’a imandır. Bu ahlâk bize, beşeriyetin saadetinin, hakikati sevmek, aramak ve tatbik etmekte olduğunu bildirmektedir.
Fakat hakikatin aranması ve tatbiki, insanın ahlâkî ve aklî bütün kuvvetlerinin serbestçe hareketi ve gelişmesi ile mümkün olabileceğinden bu ahlâk da tam ve geniş bir şahsî hürriyet esasına dayanır. Bu hürriyeti de insanlara, Allah’a imanın bir neticesi olarak kabul ettirir.
O halde İslâm ahlâkı, sahip olduğu tekamül kabiliyetini gücü yettiği derecede genişletmesi için insana, hür olmak vazifesini yükler. Yani İslâmiyete göre hürriyet, öyle insanın kullanıp kullanmamakta serbest olduğu veya kanun koyucunun istediği zaman verip, istediği zaman kısabileceği siyasî bir hak değildir.
Hürriyet Müslümana kabul ettiği din ve rehber tanıdığı ahlâk tarafından verilmiş bir vazifedir. Çünkü bütün Müslümanlar doğruyu bilmeye ve tatbik etmeye mecburdurlar.
Ayrıca, “herkesin hür olması” demek, “herkesin eşit olması” demektir. Hürriyet ve eşitlik ise birbirimize sevgiyi ve yardımlaşmayı doğurur. Bu suretle İslâm ahlâkı hürriyet, eşitlik ve yardımlaşma gibi esas düsturları ortaya koymuş ve bu düsturları insanlık saadetinin temel şartları olarak ilân etmiştir.
İslâm ahlâkı, gerçeğe varma ve onu tatbik etme yolunda, insanlara tam bir hürriyet verir ve aralarında eşitlik tesis ederken, aynı hürriyet sebebi ile ve kabiliyetlerin farklılığı yüzünden meydana çıkacak olan “eşitsizliği” de pek tabiî kabul eder. Çünkü doğru ve aklî mânasında olarak eşitsizlik de “hürriyet ve eşitlik”in bir neticesidir. Çünkü hakiki “eşitlik”, her ferdin kendi arzu ve istidadına göre çalışmakta serbest kalması demektir. “Hürriyet" ise herkesin, elinin emeğinden serbestçe faydalanmasını, çalışkanlığının mükâfatım alarak gayretinin teşvik görmesini ister.
Bu sebeplerle İslâm ahlâkı, fertler arasında eşitliği istediği gibi, bir kısmının diğerlerini geride bırakıp yükselmesini de tabiî bulur. Bu hâl ise İslâm ahlâkının bir başka esası olan “yardımlaşma"yı teşvik eder. Neticede zayıf ve geride kalan yardım gördüğü gibi, kısıtlanmayan hürriyeti içinde yükselmeye de teşvik edilir.
Netice olarak; İslâm ahlâkı, insanlar arasında, hak, hikmet ve adalet adına, hürriyet, eşitlik ve yardımlaşma düsturlarım koymuştur. Bunun diğer bir mânası da, bu İlahî nizama uyanlar mükâfat, karşı gelenler ceza görecekler demek otur.
İşte İslâm'ın inancından doğan cemiyet ahlâkı budur.
İslâmda Cemiyet Hayatı
İslâm ahlâkından çıkan cemiyet kaideleri de hem insanlar arasındaki hürriyet, eşitlik ve yardımlaşma esaslarına, hem de şahsî üstünlüğe hürmet esasına dayanmak mecburiyetindedir.
Bütün cemiyetler gibi, İslâm cemiyeti de yüksek, orta ve avam tabakaları olmak üzere üç kısım halktan meydana gelmiştir. Her üç tabakanın da ahlâkî vazifesi, mümkün olduğu kadar fazla hürriyete lâyık olmak ve ondan istifade edebilmektir.
İnsan kendi hürriyetini başkalarının hürriyetine hürmet ederek koruyabilir. Karşılıklı hürmet ise fertler arasındaki eşitliği kurar ve devam ettirir. Bu yüzden İslâm cemiyeti de fertlerin hürriyet ve eşitliklerini koruyup genişletmek mecburiyetindedir. Böylece inancın doğurduğu yardımlaşma bir takım safhalardan geçerek "sosyal dayanışma” halini alır.
Bir Müslûmanın hürriyet ve eşitliği, yüklenmiş olduğu gelişme ve ilerleme mecburiyetinin bir neticesi olur demiştik. Buna göre ferdin sahip olacağı bu hakların derecesi, İslâm cemiyetini teşkil eden fertlerin varabilecekleri ruhî ve ahlâkî olgunluk derecesine göre belirecektir.
Şu halde, cemiyetin umumi ahlâk ve ruh seviyesi ne kadar yüksek ise, hürriyet ve eşitliği de, refah ve saadeti de o nisbette mükemmel olur. Aksi için de böyledir.
Bîr Müslümanın hürriyetini kendi kusuru, kendi liyakatsizliğinden başka hiçbir kuvvet ne daraltabilir ne de tahdit edebilir. Bu hürriyet, ferdin gelişme kabiliyeti derecesinde -fakat onu asla geçmeyerek- durmadan artabilir.
Eğer hürriyetin derecesi, ferdin kabiliyetinden fazla olursa, şeklini değiştirmiş bir istibdat olarak, hürmete değer bir hak olmaktan çıkar.
Fertlere daha fazla hürriyet ve eşitlik temin etmek maksadı ile meydana gelen siyasi ve sosyal ihtilâllerin İslâm cemiyetlerinde görülmemesinin sebepleri de yukarıdaki izahattan çıkarılabilir.
İslâm cemiyetinde şahsî üstünlük, ancak İslâmî esasları daha iyi anlayarak, daha güzel tatbik etmek suretiyle elde edilebilir. Bu yükseliş İslâmın istediği şartlara uyarak elde edildiğinden, hürriyet, eşitlik ve yardımlaşmanın da gelişmesini temin eder. Aksine olduğu takdirde İslâmî değildir.
Esasen cemiyet de, saadet ve refahını temin eden şeyin şahsî kabiliyet ve üstünlükler olduğunu bilir. Onu takdir ederek hürmet ve sevgi gösterir. İdaresini de ona teslim eder.
İşte bu sebeple, İslâm cemiyetinin yüksek tabakası demokrasiye, aşağıdaki tabakalar ise aristokrasiye meyilli olurlar.
Yüksek tabakalar demokrattır, çünkü zayıfların hakkını koruyan ve içinde yaşadıkları maddî manevî hal ve şartlan ıslah ederek ortak saadeti temin eden onlardır.
Aşağıdaki tabakalar aristokrat hisler taşır, çünkü erişmeyi istedikleri, saadetlerini erişmekte gördükleri şahsî üstünlük oradadır. Onu hürmet ve takdir ile kabul ederler.
İslâm topluluğu içinde demokratik vasıf ve faziletlere saygı gösterenler yüksek tabakadakiler olduğu gibi, aristokratik hislere saygı gösterenler de aşağı tabakada bulunanlardır. Birinciler üstünlüğün temsilcisi, ikinciler namzedidir. Bu namzetler şevkle isteklisi bulundukları yükselme gayretlerini, tam bir samimiyet ve canlılıkla besleyen, gençleştiren ve muhafaza eden bir halk kaynağıdır.
İşte İslâm ahlâkının meydana koyduğu cemiyet nizamı bundan ibarettir.
İnsanların fert olarak ve toplu yaşayışlarında bu nizam, tam ve devamlı bir ahenk ve denge tesis etmiştir. Bu açıkça gösterir ki; onun kaynağı, bütün kâinatın ahenk ve dengesini temin eden “değişmez ve ezelî hakikat’ten başkası değildir.
İslâmda Siyaset
İslâm'ın siyaset esasları, cemiyet kaidelerinden doğduğu için kin, rekabet ve husumet gibi hislerden arınmıştır
Müslümanlıkta siyasî hakimiyet de, siyasî müesseseler de içtimaî dayanışmadan çıktıkları için her ikisi de yardımlaşma örnekleridirler. Bu yüzden, İslâm cemiyetinde siyasî mûesseselerin kurulmasının bir tek sebebi olabilir, o da; İslâmî ahlâkın ve cemiyet nizamının daha mükemmel şekilde tatbik olunmasını temin etmektir. Siyasî hâkimiyet ise, İslâmî mûesseselerin her an uyanık bir koruyucusu olmaktan başka bir şey değildir.
Siyasi hakimiyete, yerine getirmekle vazifeli bulunduğu hizmetin gerektirdiği bütün haklar verilir. Bu hâkimiyete karşı gösterilmesi zaruri olan bağlılık ve itaatin derecesi ise, onun göreceği vazifenin ehemmiyetine ve üzerine alacağı mesuliyetin büyüklüğüne göre olur.
Başkanlık makamına getirilen kimse bütün hakları elinde toplar ve herkes ona tam bir itaat gösterir. Aynı zamanda, yaptığı bütün işler ve hareketler de en sıkı bir dikkatle takip ve kontrol edilir. Çünkü bütün milletin selâmetinden -kendininki de dahil- mesul olan sadece odur.
Bu yüksek mevki, milletin menfaatlerine en uygun şekilde idare etmek ve lâyık olmak şartı ile, yine millet tarafından verilir. Aksi kanaat hasıl olunca da yine millet tarafından derhal geri alınır. Dolayısıyla asıl hâkimiyet yine milletin elinde demektir. Bu hâkimiyeti kullanan hükümdar ise o mevkiye lâyık olduğu müddetçe, milletin temsilcisi olarak kalır.
Hükümdarın kendisi de “Şeriat’e göre hareket etmek mecburiyetindedir. Şeriat; kâinatı kucaklayan yüce hakikatin, insanlığa ait olan kısmıdır. Ebedî saadetimizi temin etmek için Cenab-ı Hak tarafından, muhterem Peygamber’i vasıtasıyla bizlere bildirilmiştir. Millî hâkimiyet iradesine, tezahürlerinde ilham veren, onu sevk ve idare eden bu İlâhi hakikattir.
Dolayısıyla İslâm’ın hâkimiyet mevkii her şeyden önce şeriatın sadık bir hizmetkârıdır. Bu hâkimiyet şahısların hürriyetine ve eşitliğine son derece hürmet etmek mecburiyetinde olduğu gibi, bunların neticesi olan İçtimaî yardımlaşmayı da korumakla mükelleftir.
Bu temel vazifeyi yerine getirmekte kusur eden bir hâkimiyet hem üstünlüğünü hem de meşruluğunu kaybeder. Zira içtimaî dayanışmayı temsil etmekten geri kalmış olur. Ayrıca bu dayanışma ve birliği dağıttığı için, kendi eli ile, kendisine karşı birtakım rakip ve hasımlar çıkarmış olur. Bunlar ise az zaman sonra hem onu harap eder, hem de milleti perişanlığa, buhrana sürükler. Netice olarak bu hale düşen bir idare ise İslâmî olmaktan çıkar.
Ferdin haklarına da, hâkimiyete de mutlak surette hürmet, İslâm'ın cemiyet esaslarından doğan siyaset kaidesidir.
İslâm Esaslarının Müslüman Milletler Tarafından Tatbik Şekilleri
Yukarıda, İslâm'ın inanç, ahlâk, cemiyet ve siyaset esaslarının neler olduğunu anlatmaya çalıştık. Şimdi de bu esasların Müslüman milletler tarafından ne şekilde anlaşıldığını ve nasıl tatbik edildiklerini görelim. Böylece İslâmın asıl hali ile bugünkü halini karşılaştırarak hakiki değerinin ne olduğunu anlayalım.
İslâm'ın ortaya çıktığı sıralarda, dünya umumi bir çöküntü içinde idi. Kendilerine Müslümanlık teklif edilen milletlerin, asırlardan beri varlıklarına hâkim olmuş ve ruhlarında kökleşmiş birtakım yanlış telakkiler vardı.
Bu insanların nazarında din, kan dökücü, intikamcı ve heveslerine tâbi tanrıların hiddet ve kötülüklerinden kurtulmak için okunan basmakalıp birtakım dualar ile yapılması âdet olan bir yığın merasimden başka bir şey değildi.
Ahlâk telakkileri de din anlayışlarından tabiî olarak çıkacak neticenin aynı idi.
İslâmî kabul eden milletlerin zihinleri bu yeni dine girdikten sonra garip bir karışıklığa düştü. Çünkü İslâmın inanç ve görüşleri ile önceki evham ve hurafeler, İslam'ın hür düşüncesi ve müsamahakârlığı ile taban tabana zıt olan eski istibdat ve taassup bir araya gelmişti. Kafalar, İslâm'ın emirleri ve öğrettikleri ile İslâm'dan önce hüküm süren birtakım gelenek ve sapkınlıkların âdeta bir karışımı olmuştu. Bu karışım birbirine zıt bir sürü görüş ve duygulardan meydana gelmişti. Bunların bir kısmı yeni, bir kısmı eski dinden doğmuş olup, yeni dinin mahsulleri eskiden kalanlara hâkim oluyor, fakat onların tesiri altında kalmaktan da kurtulamıyorlardı.
İşte ilk Müslüman nesillerin zihinleri bu durumda idi. Gerçi imanlarında çok kuvvetli ve çok samimi idiler. Fakat insan bir iki gün zarfında mazisi ile olan alâkasını, bir daha hiç hatırlamayacak ve tesirinde kalmayacak şekilde kesemez. Bu sebeple imanları çok kuvvetli olan bu kimselerin Müslümanlıklarının cemiyetle ilgili kısımları mecburen eksik kalmıştı.
Bununla beraber Müslümanlıkları, onların güzel bir İslâm medeniyeti meydanı getirecek derecede ilerlemelerine kâfi geldi. O zamana kadar tanıdıkları hayatın çok üstünde bir hayat temin ettiler.
Böylece, İslâm'ın feyzi ile bu milletler arasında zamana göre çok yüksek olan bir hürriyet ve müsamahakârlık duygusu gelişti. Fakat dini öğretmek ve açıklamak ihtiyacı, çok geçmeden bir çeşit “ruhanilik” doğmasına sebep oldu. Fakat bu çıkışın sebebi din değil, onu tatbik edenlerin anlayışı idi.
Öğretmekte olduğu dinin ruhuna aykırı olan ve bizzat muhitten doğan bu ruhanilik, ötekilere benzemiyordu. O kadar müsamaha ve hürriyet taraftan idi ki, diğer dinlerin ruhanî sınıflarının taassuptan, taraf tutmaları ve inhisarcı halleriyle pek garip bir tezat teşkil ediyordu.
Ancak İslâm ruhunun ve hakikatlerinin gereği kadar içine giremediği ahlâk veya din müesseselerinin hepsinde, taassup ve tahakküm fikrine az çok bir meyil bulunur. Bunun bulunmaması imkânsız olduğundan, İslâm'ın ruhu ve esasları ile kâfi derecede beslenmemiş olan “ruhanilik” de bir zaman sonra bu hale geldi. Hürriyet ve müsamaha fikrini kaybetti.
Diğer dinlerin ruhanî sınıflarıyla olan temasların kötü tesirleri ile gittikçe bozuldu ve onlara benzemeye başladı. Nihayet öteki dinlerin ruhaninlerinin kendi milletlerine yaptıkları gibi, bu da Müslüman milletler üzerinde baskı kurmak, onlara hükmetmek istedi. Yani İslâm vicdanını teşkil etmeyi yalnız kendisine has bir hak gibi telakki etmeye başladı.
Ötekiler gibi bu da, tam bir üstünlük temin etmek ve onu sağlamlaştırmak için kendine has bir iskolâstik vücuda getirdi, öteki dinler bizim dinimizden çok farklı olmasına rağmen, bu sistem birçok noktalardan onlardaki iskolâstiği hatırlatıyordu.
Hükümet reisleri ise, dinin hizmetinde ve onun koruyucusu olduklarından, İslâmî bir ruhaniyet, İslâmî bir iskolâstik meydana gelmesine tesirli bir şekilde yardım ettiler.
İşte bu ruhanîliğin tesiri ile, vicdanlar İslâmî hakikatlerden gitgide uzaklaştı. Milletler bir taraftan kendi mazilerinin, diğer taraftan da öteki dinlerin sapkınlığı içine düştüler. Müslümanlar, dinin kendilerine temin ettiği feyiz ve saadetlerin büyük kısmını kaybettiler.
Fert, aklî ve manevî kuvvetlerini serbestçe geliştirip tatbik edemeyince hürriyetini elden kaçırdı. Gitgide cehalet ve istibdat uçurumlarına yuvarlandı. Alabildiğine koşmakta olan zamana yetişemedi ve asırlar gittikçe daha da gerilerde kaldı.
Müslümanlığın ruhuna taban tabana zıt olan ırkî özellikler, dine kendi seciyelerinin mahallî damgasını vurarak onu yapısından çıkardılar. İslâm'ın bütün milletleri kucaklayan beynelmilelciliğini bozdular.
İslâm ahlâkı, Müslüman milletlerin her birinin karakterine göre değişti durdu. Halbuki İslâm ahlâkının gayesi bütün bu ırkî hasletleri, doğru ve faydalı olanın merkezinde birleştirmekten başka bir şey değildi.
Ahlâka dayanan İslâm cemiyet nizamı ve yaşayışı da onun kadar bozuldu. Müslüman milletlerin her biri eksik bir şekilde anladıkları esasları birbirine karıştırdılar. Mahallî veya millî âdetler de zaman zaman tesirlerini gösterince her millet ayrı bir hayat görüşüne sahip kesildi.
Böylece Müslümanların ahlâk ve cemiyet nizamları “İslâmî” olmaktan çok İranlı, Hindli veya Türk’e yahut Arap’a ait oldular. “Allah’ın birliği” temel inancına şirk (Allah’a ortak koşma) ile az çok kirlenmiş bir damga vurulmuş oldu.
İlmî yahut ahlâkî herhangi bir hakikat, millîleşmek için, en büyük özelliği bulunan tarafsız ve beynelminel mahiyetini kaybetmeye mahkûmdur. İslâm ahlâkı da bu akıbete uğradı. Müslümanlığı kabul eden milletlerin ırkî ve ırsî hurafeleri arasında yüce mahiyetini kaybetti gitti.
Müslüman milletlerin, İslâmî bakımdan olgunlaşmaları, İslâm'dan önceki mazilerinin tesiri neticesi olarak bu şekilde durakladı. Zaman geçtikçe daha mükemmel İslâmlaşacaklarına aksine devamlı olarak İslâmdan uzaklaştılar.
Müslümanlığın ortaya çıkışından pek az bir zaman sonra onu takip eden İslâm medeniyetinin, nasıl olup da bu kadar çabuk bozulduğunu, sonunda ise, nasıl olup da bütün Müslüman milletleri sefaletin bu derecesinde bulunduran umumi bir çöküntüye dönüştüğünü anlatmak için yukarıdaki izahlar kâfidir zannederim.
Artık İslâm milletlerinin ne şekilde Müslümanlıktan çıktıklarını, bugün içinde bulundukları geri hale kendilerini nasıl kaptırdıklarını uzun boylu anlatmaya bu eserin hacmi müsait değildir.
Esasen bu vazife İslâm âleminin tarihçilerine düşer. İslâm milletlerinin her birinin nasıl olup da kendi eliyle kendi izmihlaline sebebiyet verdiğini etraflıca anlatmak tarihe düşen bir iştir. Bunun için, bu kitabımıza esas aldığımız ölçü dahilinde olmak üzere yalnız Türklerin Müslümanlıktan nasıl uzaklaştıklarını tetkike çalışmakla yetineceğiz.
Osmanlı Türklerinin Müslümanlıktan Uzaklaşmaları
Osmanlı Türkleri maddî ve manevî birçok üstünlüklere sahip bir millettir. Fakat İslâm'dan önceki medeniyetleri pek az ilerlemişti. Bu sebeple İslâm'ı kabul ettikten sonra, bu dinin esaslarını kolayca benimsediler ve başarı île tatbik ettiler.
İslâm'dan önceki devirlerde, ilerlemiş, medeniyetler kurmuş olan milletler ise, İslâm'ı kabul ederken, eski medeniyetlerinin zararlı tesirleri altında kalmışlardı.
Müslümanlığı kabul eden milletler arasında İslam'ın esaslarını en iyi anlayan ve en güzel şekilde tatbik eden Türkler oldu. Bu da onlara, büyük bir imparatorluk kurarak İslâm'a bütün öteki milletlerden daha fazla hizmet etmek imkânı verdi.
Türkler hakimiyetlerini yıkılmış olan devletlerin enkazıyla kurdular ve Doğu Roma İmparatorluğunun hükümet merkezini kendilerine payitaht yaptılar. Fakat hüküm sürdükleri memleketler içinde azınlıkta idiler. Bu yüzden hem son derece çeşitli ırklarla dolu olan bu muhitin, hem de İran ve Arap tesirlerinin altında kaldılar. Bu tesirlerle hiç farkına varmaksızın Müslümanlıktan uzaklaşmaya başladılar. Sonunda ötekiler gibi gerilediler. Ötekilerden yalnız, istiklâllerini muhafaza ederek, bu farkla ayrıldılar.
Sonra Avrupa ile temaslar neticesinde düşmüş oldukları uyuşukluktan silkinip uyanmak istediler. Fakat bu noktada mazilerindeki büyüklüğü meydana getiren kuvvetin İslâm olduğunu unutarak, bu kuvvetin Batıdan gelebileceğini zannettiler.
Selâmeti, daha önce buldukları tarafta, yani İslam'ın ahlâk, yaşayış ve siyasetinde arayacakları yerde, bâtınınkilerde bulacakları fikrine düştüler.
Bir taraftan Avrupa milletlerinin kuvveti ve refahı, diğer taraftan arada kurulan dostluk münasebetlerinin artması neticesinde, gerek hükümeti ve gerek Umumi efkârı sevk ve idare eden aydınlar şuna inandılar: “Bugünkü düşüşten kurtulup yükselmek ve bu suretle memleketi muhakkak olan çöküşten kurtarmak için tek çare Batıyı taklit etmektir.”
Diğer bir söyleyişle: “Onların bütün esaslarını, bütün telakkilerini kabul ederek, kendimizinkileri unutmaktır."
Halbuki bizim bütün müesseselerimiz, sırf İslâmî esaslardan ve İslâmî telakkilerimizden doğmuştu. Eskilerin yerine Batıya göre kurulmuş müesseseler koymak için, onların zayıf ve geri kalmış hallerinden istifade ettiler.
Eski mûesseselerin düzeltilmesi veya tadil edilmesine gidilmeyerek, yeniden yapılması, icad edilmesi tercih edildi.
Böylece, şeriat kürsüleri ile medreseler bulundukları halde bırakıldılar. Halbuki bu iki kuruluş, yani adalet mahkemeleri ile ilim ve marifet müesseseleri, birçok asırlar yaşamış, Osmanlı Devleti'nin azamet ve şevketini temin etmişlerdi. Islah çareleri aranacak yerde, zavallılar acınacak bir halde terk edildiler.
Fakat kendisini idare edenlerden daha akıllı ve daha kadirbilir olan halk bu mûesseselere bağlı kaldı. Aydınlar da sırf bu bağlılıktan çekindikleri için onları tamamen kaldıramadılar. Fakat zayıf halleriyle ölüme terk ederek, yanı başlarında yeni tarzda mahkemeler, mektepler kurdular. Bu yeni kurulanlar ise, Fransız mahkemeleri ile Fransız mekteplerinden üstünkörü alınmış olduklarından, getirildikleri muhit ile hiç ilgileri yoktu. Memleketimize Fransa’nın kendisi kadar yabancı idiler.
Son asırda, bu usul ile meydana getirilmek istenen bütün yenilikleri burada saymak lüzumsuz bir külfet olur. Yalnız şu kadar söyleyelim ki: Bunların hepsi, bizim inanç ve esaslarımıza karşı asırlardır beslenen derin bir husûmet hissinin bütün alâmetlerini taşıyorlardı.
İşte “teceddüt” adı verilen bu yenilikler, asırlardan beri kurulup yerleşmiş olan inançları, fikirleri, telakkileri, ananeleri, hisleri ve ahlâkı harap etmekten başka bir iş görmediler. Kısacası, memleketimizi, her gün çeşit çeşit meşum neticelerini gördüğümüz tam bir “manevî kargaşalık”a sürüklemekten başka şeye yaramadılar.
Batı medeniyetinin tesirleri ile meydana gelen ve günümüzde “Osmanlı Rönesansı = Osmanlı Uyanışı” diye adlandırılan hareket, ikinci bir “İslâm'dan Uzaklaşmadır". Çok garip bir ihtilâl devresi yaşıyoruz. Bizzat memleket, kendini idare etmekte olanlarla mücadele ediyor. Onların aşırılıklarına, evham ve hayallere dayanan tasavvurlarına karşı devamlı harp ederek, aydınlarını itidale, hikmet ve basirete davet ediyor!
Benzeri görülmemiş olan bu gayritabiî hal, ne çeşitte olursa olsun bütün ihtilâllerin muhakkak uyandırdığı tepkiyi şimdiye kadar geciktirmiştir. Fakat buna daima mani olacak da değildir.
Bir gün gelecek, İslâm gerçekleri, Müslümanlığa karşı çıkan sapıklıkları bir kere daha yenecektir. Hükümdarı, yeryüzündeki Müslümanların halifesi bulunan bu memleket, bir kere daha İslâm milletlerinin başına geçerek, onları mutluluk yollarına sevk edecektir.
Türklerin İslâm'dan uzaklaşmalarının sebebini sadece batı medeniyetinin manevî tesirlerinde aramayalım. Bu büyük bir hata olur. Çünkü Hıristiyan hükümetlerin bize karşı besledikleri derin ve tükenmez kin de aynı derecede tesirli olmuştur.
Bu “yenileşme”lerin başladığı devirlerde devlet adamlarımız; memlekete batı taklidi müesseseleri ve onlarla beraber Avrupalı telakki ve esasları getirirsek, Avrupa hükümetlerinin sevgilerini kazanmaya, eski düşmanlıklarını hafifletmeye ve bencilliklerini yumuşatmaya muvaffak olacağız, sandılar. Bu zanna düştükten sonra da, memleketi İslâm'dan uzaklaştırmak mecburiyetinde olduklarına inandılar.
Yukarıda yazdıklarımızla, Türkiye’nin nasıl olup da kendisini mazisine bağlayan rabıtalardan büyük kısmını koparmış ve nasıl olup da saadetini temin edecek olan gayeden bu kadar uzaklara düşmüş olduğunu, kısaca anlatmış bulunuyoruz.
Görülüyor ki, birincisinde doğulu milletlerin tesiri ile İslâm'dan uzaklaşmıştık, İkincisinde ise batılı milletlerin tesiri ile uzaklaşmış olduk.
Fakat bu İkincisine bir an evvel son verilmezse bizim için çok tehlikeli olacaktır. Çünkü bu seferki uzaklaşmamızda, İslâmî hakikatlerin yerine bazı nazariye ve faraziyeler koyuyoruz. Bunlar ise batı cemiyetlerinin gelişmelerine bağlı olarak doğan, değişen ve ölen birtakım görüşlerdir. Varlıkları ve yok olmaları anidir.
Evvelden bu millet, istemeyerek, bilmeyerek İslâmdan uzaklaşıyordu, hatta bu uzaklaşma sırasında gücü yettiği kadar, daha çok İslâmlaşmaya çalıştığını zannediyordu. Bugün ise bilerek ve büyük bir istekle, her türlü vasıtaya başvurarak İslâmdan uzaklaşıyor.
Bizler önceleri, milletçe geri kalmamıza sebep olarak “İslâmiyeti daha çok anlayıp daha iyi tatbik edemeyişimizi” gösteriyorduk. Kabahati kendimizde buluyorduk. Bugün ise geriliğimizin sebebini kusur ve ihmallerimizde değil, “dinimizin bizi bağladığı esasların noksan oluşunda” arıyoruz.
Irkçılık Meselesi
Bu söylediklerimize itiraz edenler bulunacaktır. Irkçılık nazariyelerinin fikirleri büyülediği günümüzde bu pek tabiîdir. Zaten epey zamandan beri birçok Müslüman, İslâmî ırkçılığın en büyük düşmanı, ırkçılığı ise insanlığın saadetine en büyük sebep kabul ederek, dinlerine hücum ediyorlar. Şüphe yok ki, bugünkü İslâm âleminde mevcut olan yeni fikirlerin birçoğu gibi, ırkçılıkla ilgili olan bu kanaat da, eksik bilgi ve hatalı bir düşüncenin mahsulüdür.
Bu fikirde olanlar, asrımızın en medenî milletlerinin, pek sert ve mutaassıp bir ırkçılık siyaseti takip ettiklerini görüyorlar. Bu görüş ise sathî fikirli kimseleri şu neticeye götürüyor: “Milletlerin mesut ve rahat olmaları için bencilliklerini, taassuplarını, gasp ve tahakküme olan fıtri meyillerini geliştirmek lazımdır. Fakat bunu cemiyet adına yapmalı, yoksa cemiyetin ufak bir parçası olan fertte, aksine bu hissi ezmelidir.”
Bu düşünceye göre, aynı ırka mensup fertler arasında vuku bulması cinayet sayılacak olan bir hareket, ayrı ırklar arası münasebetlerde yapılırsa fazilet telakki edilecek! Böyle bir fikrin taşıdığı ahlâk ve mantık, Müslümanca düşünen bir kafayı asla memnun edemez.
Bugünkü medeniyetin bütün ruhunu ve içyüzünü anlamak için,
Dünya Harbi’ni doğuran sebepleri hatırlamak, medenî milletlerin birbirlerini mahvetmek için kullandıkları tahrip vasıtalarını göz önüne getirmek ve gösterdikleri -şimdiye kadar işitilmemiş- vahşeti, şiddeti düşünmek kâfidir. Dört senedir bu korkunç sahnenin içinde bulunuyoruz. Bu sahne bize, pek az bulunur bir talâkatle şunları öğretiyor: “Millî bencillik esasına dayanmakla iftihar eden bugünkü medeniyet, en müthiş bir vahşetin, yeni ve zararlı şeklinden başka bir şey değildir... Bu medeniyet fevkalâde gelişmiş bir sanatın eşsiz bir eseridir. Bu sanat insanlara, şimdiye görülmemiş bir mükemmellikte olarak bütün vasıtaları hazır etmiştir. İnsanlar ise bu sayede en ilkel hislerini teskine, en zararlı temayüllerini tatmine muvaffak oluyorlar. Üstelik bu vahşî his ve temayülleri tasavvurun üstünde bir dereceye vardırıyorlar.”
Kendisine sahip olan milletlere bu medeniyetin temin ettiği saadet, ilim ve sanayide onlardan aşağıda bulunan milletlerin felâketleri üzerine kurulmaktadır. Şu dört cehennemi sene içinde medenî milletler arasında geçen vakalar bunu açıkça gösterdi.
Öyle ise bu saadet, şeklini değiştirmiş bir felâketten başka bir şey değildir. Batı medeniyeti insanları sahte saadetlerine inandırmak için temin ettiği şeylerin hepsini, bu sefer yakıp yıkıp harap ederek, yüzündeki maskeyi kaldırdı, olduğu gibi göründü. Evvelce onları sefahat ve israfa iterek yoldan çıkarmıştı, şimdi de açlık ve sefaletle öldürüyor.
Fakat, Batıdan gelen ırkçılık cereyanının bizdeki taraftarları öylesine bir kısa görüşlülüğe müptelâ oldular ki, önlerinde bu kadar açık vakalar, bu kadar katı gerçekler varken yine aldırmıyorlar. Bu medeniyeti insanlığın en yüksek gayesi haline getirmeye çalışıyorlar! Bunlar kendilerini, bu medeniyetin insanlığın bir daha göremeyeceği kadar yüksek bir ruh ve maksat sahibi olduğuna inandırmışlardır.
Sanki bundan önce başka medeniyetler gelmemiş ve bundan sonra da gelmeyecek! Veya şimdiki ile öncekiler arasında bu kadar büyük farklar olduğu halde, sonradan gelecekler ile şimdiki arasında hiç fark bulunmayacak!
Biz ise, onların bu kanaatlerine katılmak şöyle dursun bu Dünya Harbi’nde, bugünkü mânası ile mevcut olan milliyet cereyanının sonunu görmekteyiz. Öyle zannediyoruz ki, şimdikinden daha geniş mânada gerçeklerle, daha insanî bir takım hisler ortaya çıkacaktır. Bunlar hem ırk nazariyesine ait hurafeleri, hem de milliyet bencilliğini devirerek yerlerine geçeceklerdir. Medenî milletlerin bugünkü taassupları biraz daha müsamahaya, bencillikleri biraz daha cömertliğe, karşılıklı kinleri ve rekabetleri de daha çok anlayış ve dayanışmaya dönüşerek yumuşayacaktır.
Aynı şekilde, bugünkü medeniyetin sebep olduğu bu müthiş buhran sona erdiği gün, gerek fertlerin ve gerek milletlerin ruhunda ve fikrinde kökleşen yanlış telakkilerin verdikleri zarar tetkik edilecektir. Bu felaketin giderilmesi için çareler aranılacak, his ve fikirlerin daha fazla bir adalet ve fazilete doğru tekâmülü sağlanacaktır. Böylece bütün insanlığın ahlâk seviyesi ile birlikte bu medeniyet de yükselecektir.
İşte ancak ahlâk seviyesi de fen ve sanatların seviyesini bulduğu zaman, medeniyet kemâlini ve dengesini bulmuş olur. Bugün ise ahlâk ötekilerden pek aşağı bir seviyede bulunmaktadır.
Milliyet Meselesi
Milliyet, gerek belirli bir muhitin mahsulü olmak, gerekse bir hayat gerçeği olmak bakımından ortadan kalkacak değildir. Milliyet cereyanının, gelecekte beynelmilelci cereyan içinde kaybolacağını hayal ve iddia etmek pek gülünç olur. Hiç şüphe yok ki, böyle bir cereyanın telkini ile Alman, Fransız’a benzemekten veya Fransız, İngiliz yahut İtalyan’la bir olmamaktan vazgeçecek değildir.
Bizim söylediğimiz beynelmilelcilik, aynı cemiyete mensup fertler arasındaki bağları ve münasebetleri tanzim eden ahlâk kaidelerinin, çeşitli milletler arasında da kurulması ile milletler arasındaki münasebetlerin yumuşamasını sağlamaktan ibarettir. Beşeriyet, milletlerarası dayanışmayı geliştirmeden millî dayanışmanın mümkün olmadığını görerek, birincisini geliştirmeye çalışacaktır.
Bir insan topluluğunun millet haline gelmesi, nasıl fertlerin gelişmesini kolaylaştırırsa, beynelmilelcilik de her milletin mümkün olduğu kadar çok gelişmesine yardımcı olacaktır.
İslâm Beynelmilelciliği
İslâm beynelmilelciliği ise, zamanımızda sosyalizmin kurmak istediği beynelmilelciliğe benzer. Ancak onun en mükemmel ve en son şeklidir.
Bütün İlmî gerçekler gibi İslâmî gerçeklerin de vatanı yoktur. Nasıl, bir İngiliz matematiği, bir Alman astronomisi, bir Fransız kimyası olmazsa; ayrı ayrı Türk, Arap, Acem yahut Hint Müslümanlığı da olmaz.
Fakat, sadece fen ve tecrübeye dayanan gerçekler bütün insanların ortak irfanını temsil etmelerine rağmen nasıl birtakım millî kültürlerin doğmasına sebep oluyorlarsa; İslâmî gerçekler de ahlâk ve sosyal yapısı bakımından tamamen İslâmî fakat millî olan birtakım kültürlerin meydana gelmesine imkân tanırlar. Yani her ne kadar, bu hakikatlerin vatanı yok ise de, izah ve tatbik edildikleri muhite bağlıdırlar.
Dünyadaki İslâm topluluklarının en mükemmel teşkilatı, milletlere ayrılmış şeklidir. Ayrıca İslâm gerçeklerinin en parlak bir tarzda meydana çıkması ve tatbik olunmasına müsait olan şekil de budur.
Millet esası üzerine kurulan bir cemiyetin ilerlemesinin ferdinkine bağlı olduğu açık bir gerçektir. İslâm nizamı da evvela ferdin gelişmesine dikkat eder. Bu fert, Türk, Arap, İranlı yahut Hintli olsun... Kendi millî dayanışmasına verdiği ehemmiyet kadar, İslâm milletleri arasındaki dayanışmaya da önem verirse, ancak o zaman iyi bir Türk, iyi bir Arap, iyi bir İranlı veya iyi bir Hintli olacaktır.. Kendisi de bilecektir ki, millî ve Müslümanlar arası yardımlaşmalar birbirinin tamamlayıcısıdır.
Bu bahse son vermek için şunu da ilave edelim: İslâm, insanlar arasında mevcut olan ırk ve menşe farklarına ehemmiyet vermeyerek, insanı ırka bağlı bir unsur değil, içtimaî ve siyasî bir unsur olarak ele aldığını göstermektedir, İslâm'ın, ferdî, içtimaî ve siyasî bir unsur olarak kabul etmesi, milliyeti istediğini ve kabul ettiğini gösterir. Zira millet, birbiri ile kaynaşabilen birtakım içtimaî ve siyasî unsurların birleşmesidir. Bu unsurlar uzun müddet bir arada yaşamış, aynı lisanla konuşmuş, müşterek his ve fikirlere sahip olmuş, kendilerine mahsus bir sanat ve edebiyat meydana getirmişlerdir. Kısacası millet, öteki insan topluluklarından ayrılmalarına sebep olacak ahlâki ve ruhî bir kültür meydana getirmiş fertler toplumudur. Şu halde, İslâm esaslarının milliyeti inkâr ettiğini veya zayıflattığını iddia etmeye imkân yoktur.
İslâm'ın hücum ettiği, bugünkü ırkçılığın sapıklığı, hurafeleri, taassubu ve bencilliğidir. Çünkü İslâmi gerçeklerin tek hedefi, insanların hakikati görmelerine mani olan evham ve zan perdelerini ebediyen yırtmaktır.
İnsanlık, İslâm esasları sayesinde bir gün gelecek, en doğru ve faydalı milliyetçiliğin nasıl olacağını anlayacaktır, İslâmiyeti, bütünü ile milliyetçiliğe muhalif görmek çok büyük bir hatadır.
Yukarıda “Osmanlıların ikinci defa olarak İslâmdan uzaklaşmaları son asrın işidir" derken, bu hadisenin hiç yoktan, birdenbire ortaya çıktığını söylemek istememiştik, elbette... Sadece, bu hadisenin kendini göstermesi ve daha belirli bir hale gelmesi bu devreye rastlamıştır da diyebiliriz. Çünkü kanaatimize göre, millet hayatında hiçbir hadisenin hakikî oluş zamanını tam olarak tesbit etme imkânı yoktur. Meydana gelen vakalar, ne kadar mühim olursa olsun, daima uzun zamanlar önce başlamış bir gelişmenin neticesidirler.
Dolayısıyla bizim şimdiki “İslâm'dan uzaklaşma”mız da uzun zaman evvel İslâm'dan önceki âdetlerin tesiri ile başlamış bir uzaklaşmanın tabii neticesidir. Bundan hangi neslin sorumlu tutulacağı belli değildir. Zaten biz de, ne bir şahsı ne de bir nesli itham etmek arzusunda değiliz. Bizim vazifemiz, bu hadisenin son asırdaki gelişmesini incelemektir. Önemli olan budur. Çünkü bu suretle gerek şimdiki geri halimiz ve gerek onu hazırlayan ve devam ettiren hatalar hakkında açık fikirler edinebiliriz.
Milletleri ikbâle de izmihlale de götüren onların devamlı olarak gelişmeleridir. Bir milletin gelişmesi onun saadetini temin ettiği gibi felâketine de sebep olabilir. Milletlerimizin İslâm’dan uzaklaşmasına sebep olan gelişme de kendisi için meşum olmuştur, bu inkâr edilemez. Ayrıca edindiğimiz yeni zihniyet de eskisinden pek aşağıdadır. Gerçi bu basitliğini “henüz tekâmül edecek vakit bulamadığına” yani “kâfi derecede İslâmdan uzaklaşamadığına” verenler vardır. Lâkin yeni kabul ettiğimiz telakkiler eskisinden üstün olsa idi, bu iddia müdafaa edilebilirdi, ama şimdi bundan mahrumdur.
Bırakmakta olduğumuz İslâm ahlâki ve yaşayışı, kabulüne çalıştığımız ahlâk ve yaşayışa her bakımdan ve itiraz kabul etmez şekilde üstündür. Bu hususta, batılılaşma taraftarlarının iddiaları ciddiyetten uzaktır. Dolayısıyla gelecekteki saadetimiz adına, içinde bulunduğumuz hatalardan kurtulmamız yani İslâmî değerlere gücümüzün yettiği kadar sarılmamız icab eder. Zira o esaslardan üstün olmak bir yana, onların yerini tutmak bile düşünülemez.
Milletlerin ilerlemesinde en mühim âmil, fikir adamları, bilgin ve aydın tabakalar ile umumî efkârı idare edenlerdir. Toplumu hayra ve hakikate giden yolda ilerletmek bunların vazifesidir. O halde İslâmî değerleri gözden düşürmeye ve unutturmaya çalışacaklarına, aksine iyice öğretmeye çalışmak ilk işleri olmalıdır.
Bunların en birinci vazifeleri bütün bilgi ve zekâlarını, İslâma ait inanç, ahlâk ve cemiyet nizamlarını, hakiki mahiyeti ile, delillerle ve açık olarak kurmaya hasretmektir. Bu ise, o nizamları ilme yakışır bir tarafsızlıkla, akıl ve hikmet dairesinde izah ve mukayese edip, haklarında hükümler vermekle olur. Böylece ferde İslâmî esaslardan doğan ahlâkî, içtimaî ve siyasi ne gibi vazifelerle mükellef olduğu anlatılmalıdır.
Bizim siyasî ve içtimaî haklarımız ve vazifelerimiz nelerden ibarettir? Bunu bilmek için, her şeyden önce şunu anlamalıyız: İslâm cemiyeti insanlar arasındaki hürriyet, adalet ve yardımlaşma gibi temel esaslar üzerine kurulmuştur. Bu sebeple ferdin içtimaî ve siyasî bütün faaliyetlerini; "Bu hürriyet, adalet ve yardımlaşmadan doğan ve ahlâkî, ruhî, içtimaî ve siyasî bütün olgunlukları ihtiva eden bir gayeye mümkün olduğu kadar yaklaşmaya çalışmaktır” diye özetleyebiliriz. Şunu da bilmeliyiz ki fertler, kurdukları içtimaî hayata göre bir siyasî idareyi kabule mecbur olurlar...
İslâmî hak ve vazifeler halka öğretildiği zaman, herkes şunu anlayacaktır: Kendisinin içtimaî vazifesi, sahip olduğu kabiliyetleri tam bir hürriyet içinde geliştirip tatbik ederek, ahlâk ve ruh seviyesini, beşikten mezara kadar daimî olarak yükseltip kendisini olgunlaştırmasıdır.
Her fert öğrenecek ki: Kendi hürriyet ve saadetinin derecesi, yine kendi ahlâkî ve manevî kıymeti kadar olur. Hürriyet, “gelişme ve saadet” demektir. İnsan başkalarının hürriyet ve saadetine hürmet etmedikçe, hür ve mesut olamaz. O halde İslâmî yardımlaşma, gelişme ve saadetin mühim bir şartıdır; hem de doğrudan doğruya neticesi bulunduğu hürriyet kadar mühim bir şartıdır.
Kendilerine emanet edilen genç ruhları sağlam bir ahlâk, yüksek bir gaye vererek yetiştirmek ve gelecek nesilleri teşkil etmek vazifesini üzerlerine alanlar, memleketlerine karşı yüklendikleri pek büyük mesuliyetin derecesini hakkıyla takdir etmelidirler.
Şimdi Osmanlı eğitimince, her şeyden önce yerine getirilmesi, en ağır ve acil bir ihtiyaç halinde gerekli olan vazife, milletimizi ruh ve ahlâkça yüksek bir terbiye ile yetiştirmektir. Esaslarını doğrudan doğruya İslâm'dan alarak, İslâm anlayışına ve gerçeklerine dayanacak olan bu terbiye, zamanın ihtiyaçlarına da en mükemmel tarzda karşılık verecek bir şekilde olmalıdır.
Bizim ölçülerimize göre, terbiye ve eğitim için takip edilecek olan metodların değeri, bunların, İslâm'ın maksat ve gayesinin gerçekleşmesi yolunda yapılacakları hizmetin derecesi kadar olacaktır. Herkesin de bildiği gibi, bir terbiye metodunun kıymeti, o metod vasıtası ile elde edilmek istenen maksada göre ölçülür. Zira metod", ferdi belli bir vazifeyi görebilecek, belirli bir maksadı elde edilebilecek hale getirmek için kullanılacak vasıtaların bütünü demektir. O halde belirli bir maksat yoksa, hakiki bir terbiye de olamaz. Eğer İngiliz, Fransız yahut Alman terbiye metodları iyi iseler, maksatları, iyi İngiliz, iyi Fransız, iyi Alman yetiştirmek olduğu ve bunda muvaffak oldukları için iyidirler. Bu sebeple, bir milletin terbiye metodunun diğer bir millete de uygun gelmesine ihtimal yoktur.
Batılı milletlerin kabul ettikleri eğitim metodlarını inceleyince, bu milletlerin her birinin, kendi fertlerini, insanların en iyisi ve en mükemmel bir Hıristiyan saymadıklarını görüyoruz. Yani bu milletlerin kendi terbiye metodları ile varmak istedikleri maksat her şeyden önce “millî”dir.
İslâm anlayışına göre ise iyi bir Müslüman yetiştirmek demek, her bakımdan olgunlaşmış; yüksek bir anlayışa, yüksek bir irfana ermiş; kendi saadetini başkalarının felaketinde veya kendi yükselişini başkalarının alçalmasında aramayan iyi bir Türk, iyi bir Arap, iyi bir İranlı veya iyi bir Hintli yetiştirmek demektir.
O halde İslâm terbiyesinin takip ettiği maksat, bulundukları her yerde, gerek mensup oldukları gerekse içinde yaşadıkları cemiyetlerde saadetin kıymetli unsurları, ilerlemenin gerçek âmilleri olacak insanlar meydana çıkarmaktır. İşte İslâmiyetin, cihanşümul ve İnsanî olan yüksek mahiyetine bu da başkaca bir delildir.
İslâm terbiyesi olgunlaşmayı, ferdin manevî ve ruhî kabiliyetlerini tam bir serbestlik içinde geliştirip tatbik ettirmek suretiyle elde etmek ister. Irk ve milliyet üzerinde durmaz.
İslâm, milliyet nazariyesinin evham ve yanlışlarını, ırka ait bencil temayül ve hisleri zihinlere yerleştirmez; bunları kuvvetlendirmez. Aksine onlara karşı çıkarak, çeşitli millet ve ırklar arasında tabiî ve İnsanî kardeşlik münasebetlerinin kurulması çarelerini araştırır. Esasen insanların pek müthiş olan gerilikleri mani olmasaydı, bu münasebetler şimdiye kadar kurulmuş bulunacaktı.
İslâm, insanları cehalet ve dalâletten kurtarmak için fertlere fen ve tecrübe ile sabit olan hakikatleri öğretecektir. Bunlar da insana, tabiatın verdiği sonsuz nimet ve güzelliklerden faydalanma yollarını gösterecektir.
İnsana, İslâm hayat ve ahlâkının bütün hikmet ve hakikatleri gösterilirken, Cenab-ı Hakk’în kainattaki bütünlük içindeki birliği de öğretilecektir. O bütünlük ki, sayısız âlemler, sınırsız maddeler ve kuvvetlerle, tahmini imkânsız fezalar ve mekânlar onda toplanmıştır. Son derecede büyük ve son derecede küçük, fevkalâde basit ve fevkalâde bileşik cihanlar ondadır. Bunların hepsi, mutlak olan hikmet ve ölçülerinde hata etmez, şaşırmaz ve değişmez olan ezelî kanunlann hükmü altında birleşerek o mükemmel bütünü ve kâinattaki değişmez birliği meydana getirmişlerdir. Böyle bir terbiye sayesinde korkunun yerini ümit ve sevgi, riyanın yerini samimiyet alacaktır.
Bu terbiyenin idrâk edebileceğimiz şeyler hakkında bilgimize sunacağı hikmet ve ölçüler sayesinde, idrâk edemediğimiz hususlar hakkında da bir kanaat sahibi olabileceğiz. Artık hiçbir şüphe bizi ürkütemeyecektir Bu sayede tam bir huzur ve itminan içinde bulunacağız.
İnsanlar Allah'a Peygamber ine inanacak ve emirlere uyacaklar. Fakat bu uyuş, günün birinde göreceği cezanın korkusu ile değil, hür ve aydın fikirli bir insan olarak sahip bulunduğu vicdanın yol göstermesi ile, olacaktır.
Netice olarak insan, dinin de irfan gibi, düşüncesinin tam olarak nüfuz edemeyeceği birtakım hakikatlere dayandığını anlayacaktır. Bununla beraber, bilgisinin ve inancının kendisine temin edeceği maddi ve manevi saadet, onun bu hakikatlere samimiyetle inanmasını sağlayacaktır.
Bütün bu söylediklerimizden bir netice çıkarırsak: Müslümanın siyasî ve içtimaî, bütün hakları ve vazifeleri, İslâm'ın hürriyet, adalet ve yardımlaşma esaslarından alınmış bulunmalıdır. Bu esaslar ise, İslâm'ın inanç ve ahlâk kaidelerinden çıkmış olacaktır. İnsan, vazifelerini yerine getirmeye ve haklarını korumaya gücü yettiği kadar çalışmalıdır. Ancak bu şekilde, gerçek ve tek tanrı olan Allah’a ve onun son Peygamber’ine karşı taşıdığı imanın samimiyetini ispat edebilir. Yine bu sayede ve bu gayretlerinin neticesi olarak da maddî ve manevî saadete ererek mükâfatını görür. O halde en iyi Müslümanlar, hak ve vazifelerini en iyi anlayanlar, onları en güzel şekilde yerine getiren ve koruyanlardır.
Kaynak: Said Halim Paşa, Buhranlarımız, Hazırlayan: M.E. Düzdağ,s.201-205 (Tercüman 1001 Temel eser, nu. 9, ts.).
Not: Bu makalede yer alan görüşler yazara aittir ve Urvetü'l Vuska'nın editöryel politikasını yansıtmayabilir.
Mustafa YILMAZ
Bugün Puthanede İbrahimiz! Yarın Ne Olacağız?
Urvetü`l Vuska - Tüm hakları saklıdır. ® 2014 - Sitede bulunun içerikler ve analizler kaynak gösterilerek alıntılanabilir. Networkbil.Net