
- 16-09-2014
- 0 yorum
- 3826 okunma
Kur’an’ın tanımını yaparken bu kutsal metni; hiçbir şeye akla verdiği kadar önem vermemiş olan, hatta insanları “akıl dini”ne, yani Allah’ın varlığı inancından başlayıp ilgili tüm inanç ve yasama (şeriat) konularına kadar her alanda “aklın kullanılması” prensibine dayalı olan bir dine çağıracak kadar akla önem veren bu dini metni (Kur’an’ı) akılcı bir şekilde ele almayı, onunla rasyonel bir ilişki kurmayı zorlaştıran engeller yumağını dağıttığımız kanaatindeyiz.
Doğrusu İslam dinini diğer dinlerden ayıran şey, gerek peygamberlik ve gerekse “kitap” düzeyinde, onun, “din”e ilişkin bilgiyi akıl alanının dışına iten sırlardan, “mit”lerden (mysteres) uzak oluşudur. Gerçekten de işin içine “mit”ler, “sır”lar girdiği zaman dini bilgi belirli bir azınlık zümrenin tekelinde olacak, onlar dini hakikatlere ulaşmış yegâne kitle olma sıfatıyla halkın din konusunda “önder”leri, mercileri olacaklardır. Böyle bir sistemde dinin kurucusu olan “ilk reis” ise çoğunlukla ilahlık ve insanlık arasında yarı tanrı bir konumda ve hatta bazen salt tanrı konumunda değerlendirilecektir. Yine bu tür sistemlerde dini metinler sırlarla dolu semboller olarak algılanacak ve o sırların, bilmecelerin çözümü ve yorumlanması da sadece rüyaları ve sembolleri yorumlamada uzman olan “bilgin”lerin işi olacaktır.
Belki de bütün kültürlerde dinin hususiyetleridir bunlar! Kesin olan şu ki İslam dini de Hz. Peygamber’in hayatındaki dönemde sınırların belirlenmiş ve unsurları tamamlanmış haliyle Muhammedi davetin “dış”ında yer alan dini-kültürel atmosfer içerisinde yer alan bu tarz “din anlayışları” ile şu ya da bu şekilde karşılaşmıştır. Ancak Muhammedi davetin kendisi bu tür “mit”ler barındırmaz, çünkü bu davetin içerisinde, aklı herhangi bir şekilde dini bilgi edinmekte yetersiz görmeye yönelik bir çağrı söz konusu değildir. Aksine İslam dininde Hz. Peygamber’in yaşamı ve kitabın/Kur’an’ın öğretileri aklın çalışma alanı olarak açıktır. Vahiy tecrübesi Hz. Peygamber’in kişisel vicdani açıdan sıkıntılı durumu ile bir arada gelişmiş ve Hz. Peygamber, başından beri Muhammedi davetin hasımları tarafından eleştiri konusu olan bu durumu sürekli olarak, çağında bilinen toplumsal ve psikolojik olgularla izah etmeye çalışmıştır.
Onu mecnunlukla, kesinlikle suçlamışlardır ki, başlangıçta henüz vahiy tecrübesine tam alışmamış, bu yaşadıklarının vahiy ile ilişkili olduğundan emin olmamışken bizzat kendisi bu tür endişelerini eşi Hatice’ye açmıştır. Bizzat vahyin kendisi olan Kur’an bile onu bu konuda ikna etmeye, kendisine gelen şeyin mecnunluk, kâhinlik, sihir ya da şiir olmayıp, “vahyedilen bir vahiy” olduğu konusunda onu temin etmeye çalışmıştır. Kureyş bu suçlama ve yakıştırmaları tekrarladıkça Kur’an da aynı cevabı tekrarlamıştır.
Bununla beraber Abdullah oğlu Muhammed her zaman, kendi vicdanının aynasında ve insanlara karşı söyleminde yalnız başına bir beşer olarak kalmıştır. Bu yüzden de kavmin onu yalanlama ve yüz çevirme konusundaki ısrarlı davranışlarının zaman zaman onda bazı şüphe ve zafiyetler ortaya çıkarması kaçınılmaz olmuştur. Ancak böylesi durumlarda Kur’an hep imdada yetişmiş, yer yer kınayıcı bir üslup da içeren ifadeleriyle, onu evrendeki yaratılış düzeni ve geçmiş peygamberlerin başına gelen benzer durumlar hakkında düşünmeye yönlendirmek suretiyle teselli etmeye ve kuşkularını gidermeye koyulmuştur.
Burada dikkat edilmesi gereken nokta Kur’an’ın Hz. Peygamber’e yönelik bu teselli ifadelerinin yer yer eleştirel temalar içermiş olmasıdır. Bunlar, “vahyedilen Kur’an”dan “vahyi alan Peygamber”e yönelik tatlı sert uyarılardır. Elbette ki doğal olarak bu ilişkide Kur’an amir, âlemlerin Rabbi olan Allah’tan iletilmekte olan bir vahiydir. Bununla beraber Kur’an’ın emir ve yasaklarının inmesine sebep olan “durumlar” da söz konusudur. “Esab-ı nüzul” olarak adlandırılan bu durumlar bazen Hz. Peygamber’in iç dünyasında yoğun olarak yaşadığı duygular olabildiği gibi bazen de arkadaşlarının, hasımlarının yahut sıradan insanların yönelttiği sorular da olmuştur. Ayrıca bunlar bazen belirli bir durumun onaylanması şeklinde olabildiği gibi bazen yadırgama ve tenkit şeklinde de olmuştur.
Diğer bir deyişle, geçmiş dönem âlimlerimizden kimilerinin dediği gibi, Kur’an’daki her bir ayetin illa ki bir iniş sebebi vardır dersek yanlış olmaz. Bu yüzden ulemanın çoğu Kur’an’ın inişinin, şartları gözettiği için yirmi yılı aşkın bir süre içerisinde parça parça tamamlandığı görüşündedirler.
Kur’an’ın inişinin gözettiği bu “şartlar” sadece Hz. Peygamber ve arkadaşlarının yaşadıkları fiili olaylardan ibaret değildi. Aksine, yaşamın akışı içerisinde cereyan eden gizli açık her türlü durum, savaş-barış, çekişme, anlaşmazlık vb. hep bu “şartlar”ın içerisinde yer aldığı gibi Hz. Peygamber’in şahsi ve ailevi yaşamı ile ilgili pek çok durum da bu kaplamdaydı.
Bu nedenle Kur’an ve Hz. Peygamber arasındaki ilişki oldukça sıkı bir ilişki idi. Günlük ve hatta anlık gelişmekte, fakat her zaman “makul” sınırlar içerisinde, akli alanda cereyan etmekteydi. Nitekim Kur’an hiçbir zaman Peygamber’in şahsına yahut davranışlarına karşı aşırı övgücü bir tavır takınmamıştır. Onunla olan ilişkileri hep Peygamber’in “insani doğası” temelinde cereyan etmiş, hiçbir zaman Abdullah oğlu Muhammed’in “insan-üstü” yahut “insan-dışı” bir varlık olduğunu hissettirecek bir yaklaşım içine girmemiştir. Yeri gelmiş onun ahlakını ve önderliğini övmüş, yeri gelmiş onu sorguya çekercesine, hatta kınarcasına hitap etmiştir: “Hay Allah seni affedisice! Niçin sence doğru söyleyenler iyice belli oluncaya ve yalancılar da meydana çıkıncaya kadar beklemeyip izin isteyen o münafıklara izin verdin?” (Tevbe 9/43)
Kur’an kendisinin Muhammed tarafından üretilmiş bir metin olmadığı ve Peygamber’in, zaman zaman kavmini İslam’a ısındırabilmek için aklından bir şeyler geçirmiş olsa da1 ona herhangi bir şey eklemesinin asla söz konusu olamayacağını o kadar vurgulamıştır ki, artık bu hususta ne Hz. Peygamber, ne arkadaşları ve ne de düşmanları için tereddüt noktası kalmamıştır. Artık Muhammed b. Abdullah, kendisinin Allah’ın elçisi olduğuna ve vahiy aldığına ve şartlar ne olursa olsun yapması gereken tek şeyin bu vahyi insanlara ulaştırmak olduğuna kesin kanaat getirmiş ve içerisinde en ufak bir tereddüte yer kalmamıştır. Onun bu kesin kanaati o kadar üst bir dereceye varmıştır ki, amcası nezdinde girişimde bulunan ve kendisinden birtakım tavizler isteyen Kureyşlilerin tekliflerini kesin bir dille reddetmiş, hatta bu hususta aracılık yapan amcasına şöyle demiştir: “Amcacığım! Allah’a yemin olsun ki Güneş’i sağ elime, Ay’ı da sol elime koysalar yine de davamdan dönmeyeceğim. Allah bu davayı zafere ulaştırıncaya yahut bu yolda canımı alıncaya kadar davamı sürdüreceğim.”
Hz. Peygamber gerçekten de bu yeminine sadık kalmıştır. Hem de sadece Kureyşlilerle olan mücadelesi esnasında değil, aynı zamanda onlara galip geldikten sonraki dönemlerde davetini Mekke dışında yaymaya yönelirken de bu sadakatini sürdürmüştür.
Kuşkusuz Hz. Peygamber’in, kendisine vahyin inmeye başladığı dönemden yaşamının sonuna kadar, mesajını tebliğ etme ve güvenirliliğini koruma hususundaki bu kararlılığı, onun hayatını okuyan müsteşrikler ve benzeri kişilerde hayranlık uyandırmıştır.
Hz. Peygamber bütün bu kararlılıkla dolu yirmi yılı aşkın süre boyunca Kur’an tarafından desteklenmiştir; Kur’an yerine göre onu teselli etmiş, yerine göre kararlılığını pekiştirmiş, yerine göre ona sabrı öğütlemiştir. Aynı zamanda o öldükten sonra arkadaşlarında bir gevşeme olmasın diye şu uyarıyı da yapmıştır; “Muhammed, sadece resuldür, elçidir. Nitekim ondan önce de nice resuller gelip geçmiştir. Şayet o ölür veya öldürülürse, siz hemen gerisin geriye dinden mi döneceksiniz? Kim geri döner, dinden çıkarsa, bilsin ki Allah’a asla zarar veremez. Ama Allah hidayetini kadrini bilip şükredenleri bol bol mükâfatlandıracaktır.” (Al-i İmran 3/144)
Bir “insan” olan Abdullah oğlu Muhammed ile Allah’ın “vahyi” olan Kur’an arasındaki “sıkı ilişki”nin belirgin bir şekilde ortaya çıktığı durumları burada sayıp dökmek oldukça uzun sürecektir. Bu ilişkinin genel olarak Allah-Peygamber ilişkisi çerçevesinde olduğu, Allah’ın diğer peygamberlerle kurduğu ilişkinin de bu türden olduğu doğrudur. Her ne kadar önceki peygamberlerin kendilerine inen vahiyle olan ilişkileri hakkında çok fazla şey bilmiyorsak da şunu kesin olarak biliyoruz ki, Hz. Muhammed’in Kur’an ile olan ilişkisi Hz. Musa’nın Tevrat ile olan ilişkisinden (Kur’an’dan ve Tevrat’tan okuduğumuz kadarıyla) oldukça farklıdır.
Nitekim Tevrat’ta okuduğumuza göre “Allah-Musa-İsrailoğulları” ilişkisi daha çok “kral-komutan-ordu” ilişkisine benzemektedir. Üstelik her zaman çok “sıkı” olmayan bu ilişkide zaman zaman gerginlikler de yaşanmıştır. İsrailoğulları Musa’ya karşı defalarca inatlaşmışlar, çoğu zaman “Rabb”in kendilerine olan davranışlarından şikâyetçi olmuşlardır. Kimi zaman Musa, birçok münasebetle de Rabbleri onlara kızmıştır, fakat her defasında Musa onları Razı etmiş, bağışlanmaları için Allah’a dua etmiş, Allah da onları bağışlamış, fakat sonra iş yine başa dönmüş, inatlaşma ve şikâyetler yeniden başlamıştır.
Bu ilişkinin gerginliğinin muhtemel arka planı şöyledir: Musa, Mısır’da Firavun’un baskısı altında yaşayan ve Tevrat yazarlarına göre sayıları altı yüz bini bulan İsrailoğullarını bu baskıdan kurtarıp Filistin topraklarına doğru yola çıkarmıştır. Tevrat’ın dediğine göre, onların bu acıklı halini gören Rabb’leri içlerinden birsini görevlendirmiş ve ona halkını denizden ve doğal şartların zorluğuyla bilinen Sina Çölü’nden sağ salim geçirme sorumluluğu yüklenmiştir. Yolculukta “Tih” Çölü’nde kalınmış ve “bıldırcın ve kudret helvası” maceraları yaşanmıştır. Derken daha “Vadedilmiş Topraklar”a ulaşmadan Musa, tarihsel olarak çok bilinmeyen şartlar altında ölmüş ve komutayı yardımcısı almıştır.
Mesih (İsa) ise bir görünüp bir kaybolmuştur. Tıpkı ateşin üzerinde bir görünüp bir kaybolan kıvılcım parıltısı gibi! Bu sebeple onun yolculuğu, “beklenen Mehdi” tarzında olmuştur. Bağlıları bu yolculuğun “şimdi”sini “gelecek”inde yaşamaktadırlar.
Hz. Peygamber’in durumu ise Musa’dan büyük ölçüde farklı olduğu gibi İsa’dan da farklıdır. Abdullah oğlu Muhammed’in yolculuğu bizzat kendisinden başlamaktadır. Tek başına başlaması gereken bu yolculuğa önce eşi katılmış, daha kendisine inanan bir avuç insan ona eşlik etmiştir. Derken yolculuğa katılanlar birer birer artmıştır. Nihayet Medine’ye hicret etmiş, orada bir devlet kurmuş ve Arap Yarımadası’nın dört bir yanından gelip İslam’ın zaferinin hazırlanmasına katılan kabilelerin Müslüman olduğu “elçiler yılı”nın hemen ardından gelen “ecel”ine kadar bu yolculuğunu sürdürmüştür.
Bu zor ve uzun yolculuk boyunca Kur’an hep hazır bulunmuş, yolculuğu yönetip yönlendirmiştir. Muhammed’in yolculuğu bizzat kendi nefsinde “Yaratan Rabbinin adıyla oku” emri ile başlamış, sonra Kur’an’ın “Ey örtüsüne bürünen Peygamber! Kalk ve uyar” emri ile Mekke topluluğu içerisinde alenileşmiştir. Arapların İslam’a katılması tamamlandıktan sonra o, Bizans işgali altındaki Arap topraklarına İslam davetini yaymak üzere yola koyulmuş (Tebük Seferi) ve bu seferin hazırlıkları sırasında münafıkların, alaycıların, yaygaracıların ve savaştan kaçmak isteyenlerin çıkardıkları bir sürü zorlukla uğraşmıştır. Çok geçmeden Kur’an duruma müdahale etmiş, Tevbe Suresi adeta daralmış olan Peygamber’i rahatlatmak, ona nefes aldırmak istercesine, bütün bu olanları, Kur’an’da daha önce benzeri görülmemiş bir sertlik ve açıklıkla değerlendirmiş ve ilgililere şu uyarıyı yaparak sözü sonlandırmıştır:
“Size kendi aranızdan öyle bir peygamber geldi ki zahmete uğramanız ona ağır gelir. Kalbi üstünüze titrer, müminlere karşı pek şefkatli ve merhametlidir. Buna rağmen aldırmaz, yüz çevirirlerse, de ki: ‘Allah bana yeter. O’ndan başka ilah yoktur. Ben yalnız O’na dayanırım. Çünkü O, büyük Arş’ın, muazzam hükümranlığın sahibidir.’” (Tevbe 9/128-129)
Bunlar ravilerin ve tefsircilerin çoğuna göre Kur’an’ın son inen ayetleridir.
Not: Bu metin el-Cabiri'nin Kur'an'a Giriş kitabının sonuç bölümünden alınmıştır.
Not: Bu makalede yer alan görüşler yazara aittir ve Urvetü'l Vuska'nın editöryel politikasını yansıtmayabilir.
Mustafa YILMAZ
Bugün Puthanede İbrahimiz! Yarın Ne Olacağız?
Urvetü`l Vuska - Tüm hakları saklıdır. ® 2014 - Sitede bulunun içerikler ve analizler kaynak gösterilerek alıntılanabilir. Networkbil.Net