Ana Sayfa  /  DÜŞÜNCE  /  Soyut Zeminde Sahih Düşünce Kurma Arayışı / Rasim ÖZDENÖREN
  • Facebook da Paylaş
Soyut Zeminde Sahih Düşünce Kurma Arayışı / Rasim ÖZDENÖREN
  • 14-10-2014
  • 0 yorum
  • 1654 okunma
Günümüz Müslüman kavramı ile anlaşılması gereken olgu, neyi işaret ediyor olabilir? Bu kavramın işaret ettiği nesneyi (özneyi) belirlemedikçe soru havada kalacağı gibi, dolayısıyla sorunun cevabı da havada kalmaya hükümlü olacaktır.

Bir düşünce arayışının içinde bulunduğunu gördü­ğümüz birinin bir meseleyle karşı karşıya bulunduğunu hemen anlarız. Düşünce arayışının ken­disinin doğrudan bir mesele olarak kabul edilmesi de caiz görülebilir. Ancak bu durum farklı bir düzlemin meselesi sayılmalıdır: İnsan bulmacaları çözmek için de kafa patlatabilir! Asıl mesele, bu meselenin çözümü sa­dedinde kafa yormaya yönelmektir: Öbür türlüsü, orta­da kafa yorulmuş da olsa, patinaj yapmaya benzer; emek ve yorgunluk hasıl olur, ama mesafe alınmaz. Demek ki, sahici zeminlerde, sahici meseleler karşısında, sahici düşüncelerin ortaya konulup konulmadığını arıyoruz.

Hicretten sonraki yüzüncü-yüz ellinci yıllardan baş­layarak İslâm aleminde yoğun bir düşünsel faaliyetin yürütüldüğünü biliyoruz. Müslümanların sonraki yüzyıl­larını da etkileyecek olan bu düşünsel faaliyetlerin hemen tamamı, o tarihlerde ortaya atılmış ve günümüze kadar da etkilerini sürdürmüşlerdir. Daha o zamanlar, zamanın düşünürleri gerçek meselenin ne olduğunu, mümkün ve muhtemel meselenin ne olduğunu ve bun­ların karşısında bir muhal mesele kavramının bulunup bulunmadığını tartışmışlardır. Ve muhal meseleyi, ger­çek, mümkün veya muhtemel meseleden ayırarak onunla uğraşmayı mekruh, hatta haram saymışlardır.

İmamı Azam Ebu Hanife’ye atfedilen bir anekdot: Katâde Kufe’ye geldiğinde Ebu Hanife ona gidiyor ve: “Ey Ebu Hattab! diyor. Bir adam ailesini bırakıp gitse, ailesi yıllarca ondan haber almasa, karısı, kaybolan ko­cası ölmüştür zannıyla başka kocaya varsa, sonra birinci kocası çıkagelse bu meseleye ne dersin?” Katade: “Bu mesele vuku bulmuş mudur?” diye soruyor. Ebu Hanife de: “Hayır” diyor. Kadate de ona: “Öyleyse vuku bulmayan bir şeyi bana ne diye soruyorsun?” deyince, Ebu Ha­nife de ona: “Biz bela gelmeden önce hazırlanırız, bela gelip çatınca nereden girip nereden çıkacağımızı bile­lim diye” cevabını veriyor.1

Aynı dönemden başka bir anekdot: Karşılaşılan me­seleler çoğalınca insanların entelektüel faaliyeti de ar­tıyor, böylece gerçek ve mümkün meselelerin yanında insanlar câli (yapay) ve muhal (olmayacak) meselelerle de uğraşmaya başlıyorlar. Mesela, birisi, kafadan şu so­ruyu ortaya atıyor: Hunsâ kendi kendine cimada bulun­sa ve hamile kalarak çocuk doğursa, doğan çocuk ana gibi mi mirasçı olur, baba gibi mi? Bir başkası da şöyle bir meselenin cevabını veriyor: Bir kimsenin batnından bir çocuk doğsa, zahirinden de bir başka çocuk doğsa, bunlar birbirlerine mirasçı olamaz. Çünkü bir yerde toplanmamışlardır. (Herhalde karındaş -kardeş- olmamışlardır demek istiyor).Böylece sanıyorum, toplumsal yapının ihtiyaçları ile o toplumun talep ettiği düşünsel yapı arasında korelas­yon kurulabileceğini ifade etmiş oluyoruz. Fikir, şayet gökten zembille indirilmiyorsa, toplumun reel ve aktü­el bir ihtiyacının karşılığı olarak oluşuyor. Böylece in­sanların bir araya gelip: “Hadi düşünsel bir ortam icat edelim” demelerinin manasızlığı ortaya çıkıyor. Her dü­şünce, o düşünceyi talep eden bir toplumsal şartın ürü­nü olarak ortaya çıkıyor. Başka bir deyişle, şayet toplu­mun önünde çözümlemek istediği bir meselesi bulun­muyorsa, o toplumun suni olarak bir düşünsel zemin oluşturmasının imkanı da elde edilemiyor.

“Günümüz Müslüman”ının Temel Meselesi Nedir?

Günümüz Müslüman'ının temel meselesinin ne olduğu­nu sorarak, sorgulayarak onların düşüncelerinin ne olabileceğini ya da ne gibi düşüncelere yol açabileceğini tahmin edebiliriz. Ancak ortaya koyduğumuz sorunun anlam kazanabilmesi için bu sorunun hangi zeminde ileri sürüldüğünü de bilmemiz gerekiyor. Günümüz Müslüman kavramı ile anlaşılması gereken olgu, neyi işaret ediyor olabilir? Bu kavramın işaret ettiği nesneyi (özneyi) belirlemedikçe soru havada kalacağı gibi, dolayısıyla sorunun cevabı da havada kalmaya hükümlü olacaktır. “Günümüz Müslüman'ı” deyiminden şayet Endo­nezya’daki veya Malezya’daki Müslümanları anlıyorsak onların karşı karşıya bulunduğu mesele ile Bengaldeş’teki veya Pakistan’daki veya Hindistan’daki Müslü­manların meselesinin farklı olduğunu bilmemiz gereki­yor. Keza İran’daki Müslümanlarla Irak’taki, Suriye’de­ki, Mısır’daki, Türkiye’deki ve Cezayir’deki Müslüman­ların karşı karşıya bulunduğu mesele de birbirinden farklı nitelikler taşıyor. Dolayısıyla günümüz Müslüman'ının temel meselesinin ne olduğunu sorarak yola ko­yulmak bir bakışta anlamlı gibi dursa da, soru, reel bir zemine yerleştirilmeden bırakılırsa, içi boşaltılmış olu­yor. Öyleyse, soru, Türkiye’de yaşayan veya Irak’ta, Pa­kistan’da yaşayan Müslümanların meselesi var mıdır, varsa o nedir, biçiminde sorulmak gerekiyor. Dahası, mekan bakımından gözetilen bu farklılaştırmanın za­man bakımından da göz önünde bulundurulması gerek­tiğini öngörüyoruz. Çünkü geçen yüzyılda veya daha önceki zamanlarda yaşamış olan Müslümanların mese­lesi ile günümüzde yaşayan Müslüman'ın meselesi ve do­layısıyla talep ettiği cevap (düşünce) birbirinden farklı olmak gerekiyor. Durum, İslam’ın genel ve temel ilke­lerinin değişmesiyle ilgili bulunmuyor: durum, değişen toplum yapısına ve insani ihtiyaçlara göre İslam’ın te­mel ilkelerinin gerektirdiği istikamette ortaya çıkabile­cek cevabın farklılaşabileceği noktasında ortaya çıkı­yor. Değindiğimiz bu basit durumun Türki­ye’de yaşayan Müslümanlarca fark edilmemiş olması, esef verici bir durum olarak tesbit edilebileceği gibi, ben­ce onların karşı karşıya bulunduğu meselelerin de en önünde yer alı­yor. Müslümanlara ait bir meselenin, her yer­deki tüm Müslümanlar için geçerli bir tek cevabının bulunduğunun sanılması, bence bizim ülkemizde yaşa­yan Müslümanların üstesinden gelemediği öncelikli bir mesele olarak onların önünde duruyor.

Bu ifadelerimizin izaha muhtaç olduğunu biliyorum. Açıklama için Mevdudi’nin Pakistan’da, Hinduluktan Müslümanlığa geçenlerin hayatlarında bir kez olsun inek eti yemelerinin zorunlu olduğuna dair görüşünü örnek olarak zikredebilirim. Mevdudi’nin görüşünü, İs­lam’da sığır eti yemenin farz olmadığı, kurban için kü­çük baş hayvanın veya devenin kesilmesinin yeterli ol­duğu ileri sürülerek eleştirilmek istenmiştir. Ancak bu eleştirinin Mevdudi’nin asıl hedefini göremediğini, bu hedefin bir tabunun (veya putun) yıkıldığından emin olabilmek için öngörüldüğünü söyleyebiliriz. Yoksa Mevdudi’nin kendiliğinden haramlar ve helaller icat ettiğini söylemek akla bile gelmez. İneğin tabu sayıldığı bir telakkiden sonra Müslüman olan birinin bu tabuyu zihninden ve hayatından silmiş olması bekleniyor. Bu durum Hindistan’da, Pakistan’da yaşayan Müslüman için geçerlidir. Başka ülkeler için geçerliliği yoktur. Toplumsal ve siyasi şartlar için geliştirilmiş olan görüş­lerin de (hem mekan, hem de zaman boyutu itibariyle) bu bağlamda değişebileceğini kabul etmemiz gerekiyor. Bu gereklilik göz önünde bulundurulmadan Osmanlı döneminde öngörülmüş bir görüşün şimdide mutlak bi­çimde geçerli olacağını sanmak veya Pakistan için, ora­nın reel ve aktüel şartları gözetilerek öngörülmüş bir görüşün ayniyle Türkiye için de geçerli olabileceğini düşünmek vahim bir yanılgı olur. Gerçekten de, anaya­sasında İslami bir devlet yapısını öngören Pakistan’da oranın Müslüman alimleri, böyle bir yapının daha sağ­lıklı işlemesi için demokrasi konusunda (parlamento­nun nasıl teşkil edileceği, hakların ve özgürlüklerin na­sıl kullanılabileceği, hükümetin ve devlet teşkilatının nasıl şekillendirileceği vb.) fikirler geliştirmiş olabilir­ler. Ancak bu fikirlerin dünyanın her yerindeki ve me­sela Türkiye’deki Müslümanlar için de geçerli olup ol­mayacağı bir sorudur.

Durumun her ülkenin özgül şart­larına göre ayrıca ele alınması gerekmektedir. Pakis­tan’daki Müslümanların demokrasinin işlerliği konu­sunda kafa yormaları bu kurumun (demokrasinin) İs­lam’ın uygulandığı her yerde ve her hal ve şartta geçer­li olduğuna dair bir sonuç çıkartmamızı gerektirmez. Ülkesinde İslami bir yönetim biçimini gerçekleştirmiş insanların üstesinden gelmesi beklenen mesele(ler) ile böyle bir hedefe yö­nelmiş bir ülkede ya­şayan Müslümanların karşılaşacağı mesele­ler, onların çözümleri farklıdır. Ancak yaşa­nan gerçeklikte, bu iki farklı dünyanın insanlarının birbirin­den ödünç fikirler alarak kendi mesele­sine yaklaşım teşeb­büsleri, içinden çıkılmaz kavram kargaşasının da yolunu açıyor. Kuşkusuz, her yerdeki Müslümanların birbirinin fikirlerinden yararlanabilecekleri ve dayanışabilecekle­ri tabiidir; ancak durum mekanların, zamanların ve şartların birbirinin içine kaymasını, dolayısıyla bakışla­rın şaşılaşmasını sonuçlamamalıdır. İmam Gazali Müslümanca düşünmek için yola çıkmadı; o dönemde yaşa­yan Müslümanların reel ve aktüel ihtiyaçlarının ortaya çıkardığı bir meselenirı cevabını aradı. Verdiği cevap elbette Müslümanca idi. Ama o düşünceleri özgül bağ­lamından kopartarak mutlak bir nas biçiminde bütün Müslüman toplumlar için genel geçer cevaplar olarak telakki etmek, Müslümanların, Müslümanca hayatları­nı farklı istikametlere sevk edebilmiştir. İmam Gazali’nin fikirlerinden ilkece yararlanmak ve Müslümanla­rın düşünce tarzlarına Grek felsefesinin hakim olmasını önlemek bir şey, aynı olguya bakarak felsefece düşünme­nin kökünü kurutmaya yönelmek başka bir şeydir. Gazali’nin Aristo ile hesaplaşırken, aynı zamanda Müslü­manca bir felsefe (düşünsel ortam) geliştirdiği, bu dü­şünsel ortamın nirengi noktalarını İslam’ın asal ilkele­rinin oluşturduğu gözden kaçırılacak bir olgu muydu? Buradan hareketle Gazali’nin düşüncelerinin farklı yö­nelimlere yol açmasının da mümkün olabileceğini ileri sürmek imkan dahilinde görülüyor; ancak realitenin Gazali’nin düşünsel imkanlarının kendi zamanı için ol­masa bile sonradan kötürümleştirildiğini gözümüze so­kuyor.

Müslümanlar, Müslümanca Yaşamak İstiyor mu?

İmdi soruyu baştan alabiliriz: Günümüz Müslüman'ının temel meselesi nedir (soru elbette içinde yaşanılan ülke bağlamında değerlendirilmek üzere vazediliyor)? Müslümanlar Müslümanca yaşamak istiyor mu? Müslümanca yaşamaktan ne anlaşılıyor? Ve Müslümanca yaşamak bir insanlardan atktrtmrr odak -noktasını oluşturuyor mu? Bu sorular muvacehesinde alınacak tavır, aynı za­manda, söz konusu Müslümanların düşünsel tavrına da zemin açacaktır. İşi temelinden kavrayabilmek için Müslümanca yaşamaktan, aynı zamanda kurulu düzenin bir parçası olarak kalmanın mümkün olduğunu düşü­nenler varsa, bundan doğacak sonuçların da, daha baş­tan irdelenmesi gerekir. Bazı Müslümanların buradaki çelişkiyi göz ardı ederek bir düşünce tarzı geliştirmeye çalıştığını biliyoruz. Ancak acaba böyle bir çelişki (yani hem Müslümanca yaşa­mak, hem kurulu düzenin bir parçası olarak kalmak) göz ardı edilebi­lecek, yani ihmal edile­bilir bir gerçeklik midir?

Şimdi vazedilen so­ruların cevabının araştı­rılması, bu soruların ce­vabını arayanlar için dü­şünsel bir ortamın mey­dana gelmesine yol aça­caktır. Ancak gene de, bu sorulara cevap arayan Müslü­manların uygulamaya çalıştıkları İslami hükümlerin hangi safhasında bulunduklarının bilincinde bulunma­ları gerektiğini de talep ediyor. Bu demektir ki, Müslümanca yaşamak isteyen birisi, acaba Pakistan veya İran gibi bir ülkede mi yaşıyor ve Müslümanca yaşamanın daha uygun ortamını mı araştırıyor, yoksa henüz ortada hiç bir İslami yaşantının var bulunmadığı bir yerde mi yaşıyor ve İslam’ı orada hayata geçirmeye mi çaba gös­teriyor? Müslümanca yaşamak isteyen kimse, o anda İslami uygulamanın neresinde duruyor? Eğer bu durum göz önünde bulundurulmazsa, daha başlangıçta kavram kargaşasının zemini hazırlanmış olur.

Nitekim Abduh’un veya Efgani’nin fikirlerinden istifade etmek is­teyenler, onların yaşadığı çağın ve ülkenin şartlarını göz ardı ederek yola koyulmaya teşebbüs ederlerse, o düşü­nürlere yazık etmiş olacakları gibi kendilerine de yazık etmiş olurlar. Onların, İslami uygulamanın asıl olduğu bir dönemde yaşadıkları ve kendi çağlarının telkin etti­ği probleme karşı çözüm önerisini geliştirmeye teşebbüs ettikleri gözden kaçırıldığı anda, onlardan yararlanıyo­rum derken kafaların büsbütün karışmasına yol açılabi­lir. Aynı durum günümüz düşünürlerinden Fazlurrahman vb. için de geçerlidir. Bu düşünürlerin, içinde ya­şadıkları ülkenin özel şartlarına göre oluşturdukları gö­rüşlerin dünyanın her yerinde ve aynı şekilde, bir nas gibi geçerli olabileceğini sanmak, tekraren söylersek, vahim bir yanlışlık olur.

Müslüman İslam’ın Neresinde Durduğunu Düşünüyor?

İmdi tekrar sorabiliriz: Müslümanca yaşamak isteyen bi­risi, böyle bir sorunun cevabını ararken, İslam’ın neresinde durduğunu düşünüyor? Çünkü bulmaya çalıştığı cevap onun durduğu (ayağını bastığı) zemine göre fark­lı veçhelerde ortaya çıkabilecektir. Allah Resulü’nün Mekke'de uyguladığı yöntemle Medine'de uygulamaya koyduğu yöntem birbirinden farklıydı. Hayır, şu­nu söylemiyorum: İslam bugün tamamlanmış bir dindir ve Allah Rasulü’nün sünneti bizim için artık tümüyle geçerlidir ve dolayısıyla Mekke, Medine ayrımına yer vermenin anlamı kalmamıştır! Ben, bu iddianın doğru olduğunu elbette tasdik ederim. Fakat farklı bir durumun altını çizmek istiyorum! İslam’ın bugün bizim için tamamlanmış olmasının anlamı, bizim içinde yaşadığı­mız zemindeki İslami uygulamanın kamusal olarak ka­bul görüp görmediğine bakmaksızın kişisel ve bireysel yaşantımızda ge­çerliğini korumasına matuf bir gerçekliktir. Ben, içinde yaşadığım ülkede henüz İslami uy­gulama yoktur, dolayı­sıyla ben henüz Mekke döneminde yaşıyorum ve kıblemi de o döne­min uygulamasına uy­gun olarak Kudüs’e yöneltirim, diyemem. İslam’ın ön­gördüğü şartların bazıları, benim halen içinde bulunduğum şartlara göre uygulanmayabilir, diyemem. Bilakis, İslam'ın söz konusu şartları her hal ve şartta uygulanır ve yerine getirilir. Çünkü bu şartların her biri aynı zaman­da kendiliğinden bir tebliğ işlevini yerine getirir. İslam Mekke ve Medine dönemleri olarak tamamlanmış ve Kur’an ve Sünnet bütünüyle günümüze intikal etmiştir. Ben bunu söylemek istemiyorum, bu zaten belli. Ben, Müslümanca yaşamak isteyen birisinin, ayağını bastığı zeminde İslami uygulamanın geçerli (yürürlükte) olup olmadığının, o zeminde vaktiyle İslam’ın uygulanmış bulunup bulunmadığının farkında, bilincinde olunması gerektiğini; çünkü cevabı aranan sorunun, değinilen şartlara göre değişik veçheler kazanabileceğini anlat­mak istiyorum. Allah Rasulü, Mekke döneminde de, Medine döneminde de, içinde yaşadığı toplumu İslam’a göre dönüştürmek istiyordu. Ancak her iki dönemde uygulanan yöntem birbirinden farklıydı. İlkinde, kendi­si de kurulu düzenin bir üyesi olarak tebliğini ifa ediyordu. Nitekim o dönemde kendisine davasından vazgeç­mesi, vazgeçtiği takdirde Mekke’nin reisliği dahil her ne talep ediyorsa kendisine vermeye hazır oldukları ve fakat tekliflerinin peygamber tarafından geri çevrildiği bilinmektedir. Bu dönemde Allah Resulü, Kureyş nezdinde henüz müstakil bir taraf olarak yer almıyordu, bi­lakis kurulu düzenin müeyyidelerine maruz bırakılabilen birisi durumundaydı. Allah’ın Resulü, ancak hicret­le ve Medine döneminde müstakil bir taraf olma konu­munu ihraz etmiştir. Nitekim Kureyş ile savaş hali de, ancak o dönemde başlamıştır. Bu farklılığın altının çi­zilmesi gerektiğini düşünüyorum.

Mekke ve Medine dönemleri arasında esaslı bir pa­radigma farklılaşması vaki olmuştur. Durumun pratikteki ve müstakbel nesiller için anlamı ne olabilir? Bence, burada, değişen şartlara göre, değişen yöntemlerin öne çıkabileceğine ilişkin bir gerçekliğin önü açılıyor: Müslümanca yöntemin taassuba ve katılaşmaya müsaade etmediğine, bilakis esnekliğe işaret eden bir delalet bulu­nuyor. İstanbul’un fethi için illa da Bizans’ın Haliç’in önüne set çektiği zincirin kırılması için zorlanması ge­rekmiyor. Fatih'e kadar hep o zincirin kırılması için  çabalanmıştır. Fatih’se olduğu yerde bıraktı ve onu mana­sız hale soktu: Gemilerin karadan yürütülerek Haliç'e indirilmesi, böyle bir paradigmatik değişikliği, hatta dö­nüşümü öngörüyor. Günümüzde, Müslümanların yaşadığı ortamlarda, Haliç’teki zincire benzeyen kavramsal engellerin bulunduğunu söyleyebiliriz. Müslümanlar, şimdiye kadar hep, önlerine çıkartılmış bulunan bu zin­ciri kırmakla uğraştılar. O zincirin belki de olduğu yer­de bırakılması gerekiyordu. Cama toslayıp duran sinek, bir an için olsun kendi dışına çıkıp da halini gözleyecek olsa, ne kadar çaresiz ve gülünç bir durumda olduğunu görebilir, ama bunu sinekten beklemiyoruz. Ancak in­san, durumunu kendi dışından da seyredebilir ve reali­tenin onu içine düşürmüş bulunduğu kısırlığın ve kısır döngünün farkına varabilir.

Müslümanca Düşünmenin Şartı: Zihinsel Hicret

İmdi tekraren Müslüman, Müslümanca yaşamak istedi­ği takdirde kendini ve içinde bulunduğu şartları algılamasını önleyen engelleri ne ölçüde göz önünde bulun- durabiliyor? Bu soru, onun düşünsel ufkunu açmaya ve genişletmeye yol verecektir. Müslümanca düşünme so­yut zeminlerde sürdürülen bir kafa sporu değildir. Müs­lümanca düşünce Müslümanca yaşayan yada öyle yaşa­mak isteyen bir toplumun içinde gerçekleşir. İslam dışı bir toplumda Müslümanların gündelik hayatlarını ko­laylaştırma sadedinde öngörülen bazı çarelerin, aslında bilinç körleşmesine yol açabileceği ve onları uzlaşmacı bir tavra iteceği söylenebilir. Böyle elde edilen bazı dü­şünsel alışkanlıklara olsun, gündelik hayatta edinilmiş alışkanlıklara olsun, gelenek gözüyle bakılmaya başla­nabilir, bu da kadim geleneğin unutulmasına, ihmal edilmesine yol açabilir) Sanıyorum, dünyanın muhtelif yerlerinde yaşayan bazı Müslümanların karşı karşıya bu­lunduğu gerçeklik de budur: İslam’dan uzaklaşılmış ve İslam diye köksüz ve düzmece bir gelenek icad edilmiş­tir. Durumun dışarıdan müşahade edilebilmesi için bir hicretin gerçekleştirilmesi ihtiyacının ortaya çıktığı ka­nısındayım. Ancak bu hicret, asrı saadette Müslümanlara farz kılınan hicret niteliğinde olmayacaktır. O hic­ret bir defaya mahsustu ve gerçekleşip bitti. Şimdiyse zi­hinsel bir hicretin denenmesi gerekiyor. Var bulunan ameli ve zihni alışkanlıkların terk edilerek İslam’ın hü­kümlerini hemen şu anda Müslüman olunmuşçasına al­gılamaya teşebbüs etmek, bu önerinin uygulama yolla­rından biri olabilir.

Müslümanların halen yaşamakta olduğu kavram kargaşasının temelinde, içinde yaşadıkları dünyanın önerdiği kavramlarla İslam’ın benzer kavramları arasın­da yakıştırmalarda bulunmak suretiyle bir uzlaşma zemi­ni oluşturma çabası yatıyor. Bu durum, onların en son yüz elli-iki yüz yıldır başa çıkamadığı bir düşünsel engel olarak önlerinde duruyor. Belirtilen tarih, Müslümanla­rın ilk kez Batı dünyasının “başarılan”nın farkına vardıkları tarihi işaretliyor. Fransız ihtilalinin (1789) dün­yaya yaydığı yeni kavramlar İslam dünyasında da yansımasını bulunca, Müslümanlar bu kavramlar üzerinde düşünmeye ve bu kavramların (hürriyet, eşitlik, kardeş­lik... vb) İslam’da karşılığını aramaya başlamışlardır. Ve onlara karşılık bulmakta da zorlanmamışlardır. Ne var ki, bulduklarını sandıkları karşılıkların her iki kül­türün dilinde aynı kelimelerle ifadesini bulmuş olsa da farklı anlamları tazammun ettiğini ya göz ardı etmişler­dir ya da fark etmemişlerdir yahut da fark etmemek işlerine gelmiştir. Çünkü böyle bir zihniyetle Batı kültürü­ne yaklaşanlar onu anlamak için değil ve fakat onu taklit etmek üzere yola koyulmuştu. Bu sürecin günümüzde de sürdürüldüğünü söylemeye bile gerek yok. O günden bu yana Batı düşüncesinin temel felsefe terimleri olsun, sosyal ve siyasal terimleri olsun, İslam'da karşılıkları aranıp bulunarak (!) benimsenmeye çalışılmıştır. Ras­yonalizmin, pozitivizmin, sosyalizmin, liberalizmin, ka­pitalizmin, demokrasinin vb. İslam’a yabancı olmadığı, bilakis bütün bu kavramların İslam’da da var bulunduğuna ilişkin görüş söz konusu telakki tarzının ürünüdür.* İşte bu yüzdendir ki, ben, zihinsel bir hicreti öneriyo­rum. Müslümanca düşünmenin Müslüman bir toplum­da gerçekleşebileceğine dair kanaatimden vazgeçmiyo­rum, aslolan budur ve Müslümanca bir toplumda yaşa­ma fırsatı denenmedikçe Müslümanların kendi özgül ve asal meselesinin ne olduğunu bilmeleri imkan dışıdır. İslam dışı toplumlarda, çünkü Müslümanlar, olsa olsa harama bulaşmadan veya harama en az nasıl bulaşarak işin içinden sıyrılacakları üzerinde kafa yorarlar. Kendi özgül meselelerinin ne olduğunu bilmeleri fizik olarak imkan dahilinde bulunmaz. Bu şartlar içinde yaşayan Müslümanlar hiç olmazsa kendi özgül kavramlarının farkına varabilmek ve kendi kavramları ile ona yabancı kavramları karıştırmamak için, o değindiğimiz nitelikte bir zihinsel hicret olayını denemeye teşebbüs edebilir­ler. Dünyanın muhtelif yerlerinde yaşayan çoğu Müslümanın üzerine ayak bastığı reel zeminin böyle bir teşebbüsü haklı çıkartacağı kanaatini taşıyorum.

(*) Ne var ki, sözkonusu telakki tarzı bu kavramları İslam kültürü içinde içselleştirme niyetini değil, fakat bu kavramların benzerli­ğinden veya “aynılığından" (!) hareket etmek suretiyle Batı kül­türünü (medeniyetini) benimsemenin meşruluğuna zemin hazır­lama niyetini taşıyordu.

Dipnot:

(1),(2) Prof.M. Ebu Zehra, Ebu Hanife, Çev: O. Keskioğlu, Üçdal Neşıiyat, s.361 ve 364. (tarihsiz)

Kaynak: Umran Dergisi: Nisan 2001, Sayı: 80, Sayfa: 41-44

 

Not: Bu makalede yer alan görüşler yazara aittir ve Urvetü'l Vuska'nın editöryel politikasını yansıtmayabilir.

YORUMLAR
Henüz Yorum Yok !
Diğer