
- 14-10-2014
- 0 yorum
- 1654 okunma
Bir düşünce arayışının içinde bulunduğunu gördüğümüz birinin bir meseleyle karşı karşıya bulunduğunu hemen anlarız. Düşünce arayışının kendisinin doğrudan bir mesele olarak kabul edilmesi de caiz görülebilir. Ancak bu durum farklı bir düzlemin meselesi sayılmalıdır: İnsan bulmacaları çözmek için de kafa patlatabilir! Asıl mesele, bu meselenin çözümü sadedinde kafa yormaya yönelmektir: Öbür türlüsü, ortada kafa yorulmuş da olsa, patinaj yapmaya benzer; emek ve yorgunluk hasıl olur, ama mesafe alınmaz. Demek ki, sahici zeminlerde, sahici meseleler karşısında, sahici düşüncelerin ortaya konulup konulmadığını arıyoruz.
Hicretten sonraki yüzüncü-yüz ellinci yıllardan başlayarak İslâm aleminde yoğun bir düşünsel faaliyetin yürütüldüğünü biliyoruz. Müslümanların sonraki yüzyıllarını da etkileyecek olan bu düşünsel faaliyetlerin hemen tamamı, o tarihlerde ortaya atılmış ve günümüze kadar da etkilerini sürdürmüşlerdir. Daha o zamanlar, zamanın düşünürleri gerçek meselenin ne olduğunu, mümkün ve muhtemel meselenin ne olduğunu ve bunların karşısında bir muhal mesele kavramının bulunup bulunmadığını tartışmışlardır. Ve muhal meseleyi, gerçek, mümkün veya muhtemel meseleden ayırarak onunla uğraşmayı mekruh, hatta haram saymışlardır.
İmamı Azam Ebu Hanife’ye atfedilen bir anekdot: Katâde Kufe’ye geldiğinde Ebu Hanife ona gidiyor ve: “Ey Ebu Hattab! diyor. Bir adam ailesini bırakıp gitse, ailesi yıllarca ondan haber almasa, karısı, kaybolan kocası ölmüştür zannıyla başka kocaya varsa, sonra birinci kocası çıkagelse bu meseleye ne dersin?” Katade: “Bu mesele vuku bulmuş mudur?” diye soruyor. Ebu Hanife de: “Hayır” diyor. Kadate de ona: “Öyleyse vuku bulmayan bir şeyi bana ne diye soruyorsun?” deyince, Ebu Hanife de ona: “Biz bela gelmeden önce hazırlanırız, bela gelip çatınca nereden girip nereden çıkacağımızı bilelim diye” cevabını veriyor.1
Aynı dönemden başka bir anekdot: Karşılaşılan meseleler çoğalınca insanların entelektüel faaliyeti de artıyor, böylece gerçek ve mümkün meselelerin yanında insanlar câli (yapay) ve muhal (olmayacak) meselelerle de uğraşmaya başlıyorlar. Mesela, birisi, kafadan şu soruyu ortaya atıyor: Hunsâ kendi kendine cimada bulunsa ve hamile kalarak çocuk doğursa, doğan çocuk ana gibi mi mirasçı olur, baba gibi mi? Bir başkası da şöyle bir meselenin cevabını veriyor: Bir kimsenin batnından bir çocuk doğsa, zahirinden de bir başka çocuk doğsa, bunlar birbirlerine mirasçı olamaz. Çünkü bir yerde toplanmamışlardır. (Herhalde karındaş -kardeş- olmamışlardır demek istiyor).2 Böylece sanıyorum, toplumsal yapının ihtiyaçları ile o toplumun talep ettiği düşünsel yapı arasında korelasyon kurulabileceğini ifade etmiş oluyoruz. Fikir, şayet gökten zembille indirilmiyorsa, toplumun reel ve aktüel bir ihtiyacının karşılığı olarak oluşuyor. Böylece insanların bir araya gelip: “Hadi düşünsel bir ortam icat edelim” demelerinin manasızlığı ortaya çıkıyor. Her düşünce, o düşünceyi talep eden bir toplumsal şartın ürünü olarak ortaya çıkıyor. Başka bir deyişle, şayet toplumun önünde çözümlemek istediği bir meselesi bulunmuyorsa, o toplumun suni olarak bir düşünsel zemin oluşturmasının imkanı da elde edilemiyor.
“Günümüz Müslüman”ının Temel Meselesi Nedir?
Günümüz Müslüman'ının temel meselesinin ne olduğunu sorarak, sorgulayarak onların düşüncelerinin ne olabileceğini ya da ne gibi düşüncelere yol açabileceğini tahmin edebiliriz. Ancak ortaya koyduğumuz sorunun anlam kazanabilmesi için bu sorunun hangi zeminde ileri sürüldüğünü de bilmemiz gerekiyor. Günümüz Müslüman kavramı ile anlaşılması gereken olgu, neyi işaret ediyor olabilir? Bu kavramın işaret ettiği nesneyi (özneyi) belirlemedikçe soru havada kalacağı gibi, dolayısıyla sorunun cevabı da havada kalmaya hükümlü olacaktır. “Günümüz Müslüman'ı” deyiminden şayet Endonezya’daki veya Malezya’daki Müslümanları anlıyorsak onların karşı karşıya bulunduğu mesele ile Bengaldeş’teki veya Pakistan’daki veya Hindistan’daki Müslümanların meselesinin farklı olduğunu bilmemiz gerekiyor. Keza İran’daki Müslümanlarla Irak’taki, Suriye’deki, Mısır’daki, Türkiye’deki ve Cezayir’deki Müslümanların karşı karşıya bulunduğu mesele de birbirinden farklı nitelikler taşıyor. Dolayısıyla günümüz Müslüman'ının temel meselesinin ne olduğunu sorarak yola koyulmak bir bakışta anlamlı gibi dursa da, soru, reel bir zemine yerleştirilmeden bırakılırsa, içi boşaltılmış oluyor. Öyleyse, soru, Türkiye’de yaşayan veya Irak’ta, Pakistan’da yaşayan Müslümanların meselesi var mıdır, varsa o nedir, biçiminde sorulmak gerekiyor. Dahası, mekan bakımından gözetilen bu farklılaştırmanın zaman bakımından da göz önünde bulundurulması gerektiğini öngörüyoruz. Çünkü geçen yüzyılda veya daha önceki zamanlarda yaşamış olan Müslümanların meselesi ile günümüzde yaşayan Müslüman'ın meselesi ve dolayısıyla talep ettiği cevap (düşünce) birbirinden farklı olmak gerekiyor. Durum, İslam’ın genel ve temel ilkelerinin değişmesiyle ilgili bulunmuyor: durum, değişen toplum yapısına ve insani ihtiyaçlara göre İslam’ın temel ilkelerinin gerektirdiği istikamette ortaya çıkabilecek cevabın farklılaşabileceği noktasında ortaya çıkıyor. Değindiğimiz bu basit durumun Türkiye’de yaşayan Müslümanlarca fark edilmemiş olması, esef verici bir durum olarak tesbit edilebileceği gibi, bence onların karşı karşıya bulunduğu meselelerin de en önünde yer alıyor. Müslümanlara ait bir meselenin, her yerdeki tüm Müslümanlar için geçerli bir tek cevabının bulunduğunun sanılması, bence bizim ülkemizde yaşayan Müslümanların üstesinden gelemediği öncelikli bir mesele olarak onların önünde duruyor.
Bu ifadelerimizin izaha muhtaç olduğunu biliyorum. Açıklama için Mevdudi’nin Pakistan’da, Hinduluktan Müslümanlığa geçenlerin hayatlarında bir kez olsun inek eti yemelerinin zorunlu olduğuna dair görüşünü örnek olarak zikredebilirim. Mevdudi’nin görüşünü, İslam’da sığır eti yemenin farz olmadığı, kurban için küçük baş hayvanın veya devenin kesilmesinin yeterli olduğu ileri sürülerek eleştirilmek istenmiştir. Ancak bu eleştirinin Mevdudi’nin asıl hedefini göremediğini, bu hedefin bir tabunun (veya putun) yıkıldığından emin olabilmek için öngörüldüğünü söyleyebiliriz. Yoksa Mevdudi’nin kendiliğinden haramlar ve helaller icat ettiğini söylemek akla bile gelmez. İneğin tabu sayıldığı bir telakkiden sonra Müslüman olan birinin bu tabuyu zihninden ve hayatından silmiş olması bekleniyor. Bu durum Hindistan’da, Pakistan’da yaşayan Müslüman için geçerlidir. Başka ülkeler için geçerliliği yoktur. Toplumsal ve siyasi şartlar için geliştirilmiş olan görüşlerin de (hem mekan, hem de zaman boyutu itibariyle) bu bağlamda değişebileceğini kabul etmemiz gerekiyor. Bu gereklilik göz önünde bulundurulmadan Osmanlı döneminde öngörülmüş bir görüşün şimdide mutlak biçimde geçerli olacağını sanmak veya Pakistan için, oranın reel ve aktüel şartları gözetilerek öngörülmüş bir görüşün ayniyle Türkiye için de geçerli olabileceğini düşünmek vahim bir yanılgı olur. Gerçekten de, anayasasında İslami bir devlet yapısını öngören Pakistan’da oranın Müslüman alimleri, böyle bir yapının daha sağlıklı işlemesi için demokrasi konusunda (parlamentonun nasıl teşkil edileceği, hakların ve özgürlüklerin nasıl kullanılabileceği, hükümetin ve devlet teşkilatının nasıl şekillendirileceği vb.) fikirler geliştirmiş olabilirler. Ancak bu fikirlerin dünyanın her yerindeki ve mesela Türkiye’deki Müslümanlar için de geçerli olup olmayacağı bir sorudur.
Durumun her ülkenin özgül şartlarına göre ayrıca ele alınması gerekmektedir. Pakistan’daki Müslümanların demokrasinin işlerliği konusunda kafa yormaları bu kurumun (demokrasinin) İslam’ın uygulandığı her yerde ve her hal ve şartta geçerli olduğuna dair bir sonuç çıkartmamızı gerektirmez. Ülkesinde İslami bir yönetim biçimini gerçekleştirmiş insanların üstesinden gelmesi beklenen mesele(ler) ile böyle bir hedefe yönelmiş bir ülkede yaşayan Müslümanların karşılaşacağı meseleler, onların çözümleri farklıdır. Ancak yaşanan gerçeklikte, bu iki farklı dünyanın insanlarının birbirinden ödünç fikirler alarak kendi meselesine yaklaşım teşebbüsleri, içinden çıkılmaz kavram kargaşasının da yolunu açıyor. Kuşkusuz, her yerdeki Müslümanların birbirinin fikirlerinden yararlanabilecekleri ve dayanışabilecekleri tabiidir; ancak durum mekanların, zamanların ve şartların birbirinin içine kaymasını, dolayısıyla bakışların şaşılaşmasını sonuçlamamalıdır. İmam Gazali Müslümanca düşünmek için yola çıkmadı; o dönemde yaşayan Müslümanların reel ve aktüel ihtiyaçlarının ortaya çıkardığı bir meselenirı cevabını aradı. Verdiği cevap elbette Müslümanca idi. Ama o düşünceleri özgül bağlamından kopartarak mutlak bir nas biçiminde bütün Müslüman toplumlar için genel geçer cevaplar olarak telakki etmek, Müslümanların, Müslümanca hayatlarını farklı istikametlere sevk edebilmiştir. İmam Gazali’nin fikirlerinden ilkece yararlanmak ve Müslümanların düşünce tarzlarına Grek felsefesinin hakim olmasını önlemek bir şey, aynı olguya bakarak felsefece düşünmenin kökünü kurutmaya yönelmek başka bir şeydir. Gazali’nin Aristo ile hesaplaşırken, aynı zamanda Müslümanca bir felsefe (düşünsel ortam) geliştirdiği, bu düşünsel ortamın nirengi noktalarını İslam’ın asal ilkelerinin oluşturduğu gözden kaçırılacak bir olgu muydu? Buradan hareketle Gazali’nin düşüncelerinin farklı yönelimlere yol açmasının da mümkün olabileceğini ileri sürmek imkan dahilinde görülüyor; ancak realitenin Gazali’nin düşünsel imkanlarının kendi zamanı için olmasa bile sonradan kötürümleştirildiğini gözümüze sokuyor.
Müslümanlar, Müslümanca Yaşamak İstiyor mu?
İmdi soruyu baştan alabiliriz: Günümüz Müslüman'ının temel meselesi nedir (soru elbette içinde yaşanılan ülke bağlamında değerlendirilmek üzere vazediliyor)? Müslümanlar Müslümanca yaşamak istiyor mu? Müslümanca yaşamaktan ne anlaşılıyor? Ve Müslümanca yaşamak bir insanlardan atktrtmrr odak -noktasını oluşturuyor mu? Bu sorular muvacehesinde alınacak tavır, aynı zamanda, söz konusu Müslümanların düşünsel tavrına da zemin açacaktır. İşi temelinden kavrayabilmek için Müslümanca yaşamaktan, aynı zamanda kurulu düzenin bir parçası olarak kalmanın mümkün olduğunu düşünenler varsa, bundan doğacak sonuçların da, daha baştan irdelenmesi gerekir. Bazı Müslümanların buradaki çelişkiyi göz ardı ederek bir düşünce tarzı geliştirmeye çalıştığını biliyoruz. Ancak acaba böyle bir çelişki (yani hem Müslümanca yaşamak, hem kurulu düzenin bir parçası olarak kalmak) göz ardı edilebilecek, yani ihmal edilebilir bir gerçeklik midir?
Şimdi vazedilen soruların cevabının araştırılması, bu soruların cevabını arayanlar için düşünsel bir ortamın meydana gelmesine yol açacaktır. Ancak gene de, bu sorulara cevap arayan Müslümanların uygulamaya çalıştıkları İslami hükümlerin hangi safhasında bulunduklarının bilincinde bulunmaları gerektiğini de talep ediyor. Bu demektir ki, Müslümanca yaşamak isteyen birisi, acaba Pakistan veya İran gibi bir ülkede mi yaşıyor ve Müslümanca yaşamanın daha uygun ortamını mı araştırıyor, yoksa henüz ortada hiç bir İslami yaşantının var bulunmadığı bir yerde mi yaşıyor ve İslam’ı orada hayata geçirmeye mi çaba gösteriyor? Müslümanca yaşamak isteyen kimse, o anda İslami uygulamanın neresinde duruyor? Eğer bu durum göz önünde bulundurulmazsa, daha başlangıçta kavram kargaşasının zemini hazırlanmış olur.
Nitekim Abduh’un veya Efgani’nin fikirlerinden istifade etmek isteyenler, onların yaşadığı çağın ve ülkenin şartlarını göz ardı ederek yola koyulmaya teşebbüs ederlerse, o düşünürlere yazık etmiş olacakları gibi kendilerine de yazık etmiş olurlar. Onların, İslami uygulamanın asıl olduğu bir dönemde yaşadıkları ve kendi çağlarının telkin ettiği probleme karşı çözüm önerisini geliştirmeye teşebbüs ettikleri gözden kaçırıldığı anda, onlardan yararlanıyorum derken kafaların büsbütün karışmasına yol açılabilir. Aynı durum günümüz düşünürlerinden Fazlurrahman vb. için de geçerlidir. Bu düşünürlerin, içinde yaşadıkları ülkenin özel şartlarına göre oluşturdukları görüşlerin dünyanın her yerinde ve aynı şekilde, bir nas gibi geçerli olabileceğini sanmak, tekraren söylersek, vahim bir yanlışlık olur.
Müslüman İslam’ın Neresinde Durduğunu Düşünüyor?
İmdi tekrar sorabiliriz: Müslümanca yaşamak isteyen birisi, böyle bir sorunun cevabını ararken, İslam’ın neresinde durduğunu düşünüyor? Çünkü bulmaya çalıştığı cevap onun durduğu (ayağını bastığı) zemine göre farklı veçhelerde ortaya çıkabilecektir. Allah Resulü’nün Mekke'de uyguladığı yöntemle Medine'de uygulamaya koyduğu yöntem birbirinden farklıydı. Hayır, şunu söylemiyorum: İslam bugün tamamlanmış bir dindir ve Allah Rasulü’nün sünneti bizim için artık tümüyle geçerlidir ve dolayısıyla Mekke, Medine ayrımına yer vermenin anlamı kalmamıştır! Ben, bu iddianın doğru olduğunu elbette tasdik ederim. Fakat farklı bir durumun altını çizmek istiyorum! İslam’ın bugün bizim için tamamlanmış olmasının anlamı, bizim içinde yaşadığımız zemindeki İslami uygulamanın kamusal olarak kabul görüp görmediğine bakmaksızın kişisel ve bireysel yaşantımızda geçerliğini korumasına matuf bir gerçekliktir. Ben, içinde yaşadığım ülkede henüz İslami uygulama yoktur, dolayısıyla ben henüz Mekke döneminde yaşıyorum ve kıblemi de o dönemin uygulamasına uygun olarak Kudüs’e yöneltirim, diyemem. İslam’ın öngördüğü şartların bazıları, benim halen içinde bulunduğum şartlara göre uygulanmayabilir, diyemem. Bilakis, İslam'ın söz konusu şartları her hal ve şartta uygulanır ve yerine getirilir. Çünkü bu şartların her biri aynı zamanda kendiliğinden bir tebliğ işlevini yerine getirir. İslam Mekke ve Medine dönemleri olarak tamamlanmış ve Kur’an ve Sünnet bütünüyle günümüze intikal etmiştir. Ben bunu söylemek istemiyorum, bu zaten belli. Ben, Müslümanca yaşamak isteyen birisinin, ayağını bastığı zeminde İslami uygulamanın geçerli (yürürlükte) olup olmadığının, o zeminde vaktiyle İslam’ın uygulanmış bulunup bulunmadığının farkında, bilincinde olunması gerektiğini; çünkü cevabı aranan sorunun, değinilen şartlara göre değişik veçheler kazanabileceğini anlatmak istiyorum. Allah Rasulü, Mekke döneminde de, Medine döneminde de, içinde yaşadığı toplumu İslam’a göre dönüştürmek istiyordu. Ancak her iki dönemde uygulanan yöntem birbirinden farklıydı. İlkinde, kendisi de kurulu düzenin bir üyesi olarak tebliğini ifa ediyordu. Nitekim o dönemde kendisine davasından vazgeçmesi, vazgeçtiği takdirde Mekke’nin reisliği dahil her ne talep ediyorsa kendisine vermeye hazır oldukları ve fakat tekliflerinin peygamber tarafından geri çevrildiği bilinmektedir. Bu dönemde Allah Resulü, Kureyş nezdinde henüz müstakil bir taraf olarak yer almıyordu, bilakis kurulu düzenin müeyyidelerine maruz bırakılabilen birisi durumundaydı. Allah’ın Resulü, ancak hicretle ve Medine döneminde müstakil bir taraf olma konumunu ihraz etmiştir. Nitekim Kureyş ile savaş hali de, ancak o dönemde başlamıştır. Bu farklılığın altının çizilmesi gerektiğini düşünüyorum.
Mekke ve Medine dönemleri arasında esaslı bir paradigma farklılaşması vaki olmuştur. Durumun pratikteki ve müstakbel nesiller için anlamı ne olabilir? Bence, burada, değişen şartlara göre, değişen yöntemlerin öne çıkabileceğine ilişkin bir gerçekliğin önü açılıyor: Müslümanca yöntemin taassuba ve katılaşmaya müsaade etmediğine, bilakis esnekliğe işaret eden bir delalet bulunuyor. İstanbul’un fethi için illa da Bizans’ın Haliç’in önüne set çektiği zincirin kırılması için zorlanması gerekmiyor. Fatih'e kadar hep o zincirin kırılması için çabalanmıştır. Fatih’se olduğu yerde bıraktı ve onu manasız hale soktu: Gemilerin karadan yürütülerek Haliç'e indirilmesi, böyle bir paradigmatik değişikliği, hatta dönüşümü öngörüyor. Günümüzde, Müslümanların yaşadığı ortamlarda, Haliç’teki zincire benzeyen kavramsal engellerin bulunduğunu söyleyebiliriz. Müslümanlar, şimdiye kadar hep, önlerine çıkartılmış bulunan bu zinciri kırmakla uğraştılar. O zincirin belki de olduğu yerde bırakılması gerekiyordu. Cama toslayıp duran sinek, bir an için olsun kendi dışına çıkıp da halini gözleyecek olsa, ne kadar çaresiz ve gülünç bir durumda olduğunu görebilir, ama bunu sinekten beklemiyoruz. Ancak insan, durumunu kendi dışından da seyredebilir ve realitenin onu içine düşürmüş bulunduğu kısırlığın ve kısır döngünün farkına varabilir.
Müslümanca Düşünmenin Şartı: Zihinsel Hicret
İmdi tekraren Müslüman, Müslümanca yaşamak istediği takdirde kendini ve içinde bulunduğu şartları algılamasını önleyen engelleri ne ölçüde göz önünde bulun- durabiliyor? Bu soru, onun düşünsel ufkunu açmaya ve genişletmeye yol verecektir. Müslümanca düşünme soyut zeminlerde sürdürülen bir kafa sporu değildir. Müslümanca düşünce Müslümanca yaşayan yada öyle yaşamak isteyen bir toplumun içinde gerçekleşir. İslam dışı bir toplumda Müslümanların gündelik hayatlarını kolaylaştırma sadedinde öngörülen bazı çarelerin, aslında bilinç körleşmesine yol açabileceği ve onları uzlaşmacı bir tavra iteceği söylenebilir. Böyle elde edilen bazı düşünsel alışkanlıklara olsun, gündelik hayatta edinilmiş alışkanlıklara olsun, gelenek gözüyle bakılmaya başlanabilir, bu da kadim geleneğin unutulmasına, ihmal edilmesine yol açabilir) Sanıyorum, dünyanın muhtelif yerlerinde yaşayan bazı Müslümanların karşı karşıya bulunduğu gerçeklik de budur: İslam’dan uzaklaşılmış ve İslam diye köksüz ve düzmece bir gelenek icad edilmiştir. Durumun dışarıdan müşahade edilebilmesi için bir hicretin gerçekleştirilmesi ihtiyacının ortaya çıktığı kanısındayım. Ancak bu hicret, asrı saadette Müslümanlara farz kılınan hicret niteliğinde olmayacaktır. O hicret bir defaya mahsustu ve gerçekleşip bitti. Şimdiyse zihinsel bir hicretin denenmesi gerekiyor. Var bulunan ameli ve zihni alışkanlıkların terk edilerek İslam’ın hükümlerini hemen şu anda Müslüman olunmuşçasına algılamaya teşebbüs etmek, bu önerinin uygulama yollarından biri olabilir.
Müslümanların halen yaşamakta olduğu kavram kargaşasının temelinde, içinde yaşadıkları dünyanın önerdiği kavramlarla İslam’ın benzer kavramları arasında yakıştırmalarda bulunmak suretiyle bir uzlaşma zemini oluşturma çabası yatıyor. Bu durum, onların en son yüz elli-iki yüz yıldır başa çıkamadığı bir düşünsel engel olarak önlerinde duruyor. Belirtilen tarih, Müslümanların ilk kez Batı dünyasının “başarılan”nın farkına vardıkları tarihi işaretliyor. Fransız ihtilalinin (1789) dünyaya yaydığı yeni kavramlar İslam dünyasında da yansımasını bulunca, Müslümanlar bu kavramlar üzerinde düşünmeye ve bu kavramların (hürriyet, eşitlik, kardeşlik... vb) İslam’da karşılığını aramaya başlamışlardır. Ve onlara karşılık bulmakta da zorlanmamışlardır. Ne var ki, bulduklarını sandıkları karşılıkların her iki kültürün dilinde aynı kelimelerle ifadesini bulmuş olsa da farklı anlamları tazammun ettiğini ya göz ardı etmişlerdir ya da fark etmemişlerdir yahut da fark etmemek işlerine gelmiştir. Çünkü böyle bir zihniyetle Batı kültürüne yaklaşanlar onu anlamak için değil ve fakat onu taklit etmek üzere yola koyulmuştu. Bu sürecin günümüzde de sürdürüldüğünü söylemeye bile gerek yok. O günden bu yana Batı düşüncesinin temel felsefe terimleri olsun, sosyal ve siyasal terimleri olsun, İslam'da karşılıkları aranıp bulunarak (!) benimsenmeye çalışılmıştır. Rasyonalizmin, pozitivizmin, sosyalizmin, liberalizmin, kapitalizmin, demokrasinin vb. İslam’a yabancı olmadığı, bilakis bütün bu kavramların İslam’da da var bulunduğuna ilişkin görüş söz konusu telakki tarzının ürünüdür.* İşte bu yüzdendir ki, ben, zihinsel bir hicreti öneriyorum. Müslümanca düşünmenin Müslüman bir toplumda gerçekleşebileceğine dair kanaatimden vazgeçmiyorum, aslolan budur ve Müslümanca bir toplumda yaşama fırsatı denenmedikçe Müslümanların kendi özgül ve asal meselesinin ne olduğunu bilmeleri imkan dışıdır. İslam dışı toplumlarda, çünkü Müslümanlar, olsa olsa harama bulaşmadan veya harama en az nasıl bulaşarak işin içinden sıyrılacakları üzerinde kafa yorarlar. Kendi özgül meselelerinin ne olduğunu bilmeleri fizik olarak imkan dahilinde bulunmaz. Bu şartlar içinde yaşayan Müslümanlar hiç olmazsa kendi özgül kavramlarının farkına varabilmek ve kendi kavramları ile ona yabancı kavramları karıştırmamak için, o değindiğimiz nitelikte bir zihinsel hicret olayını denemeye teşebbüs edebilirler. Dünyanın muhtelif yerlerinde yaşayan çoğu Müslümanın üzerine ayak bastığı reel zeminin böyle bir teşebbüsü haklı çıkartacağı kanaatini taşıyorum.
(*) Ne var ki, sözkonusu telakki tarzı bu kavramları İslam kültürü içinde içselleştirme niyetini değil, fakat bu kavramların benzerliğinden veya “aynılığından" (!) hareket etmek suretiyle Batı kültürünü (medeniyetini) benimsemenin meşruluğuna zemin hazırlama niyetini taşıyordu.
Dipnot:
(1),(2) Prof.M. Ebu Zehra, Ebu Hanife, Çev: O. Keskioğlu, Üçdal Neşıiyat, s.361 ve 364. (tarihsiz)
Kaynak: Umran Dergisi: Nisan 2001, Sayı: 80, Sayfa: 41-44
Not: Bu makalede yer alan görüşler yazara aittir ve Urvetü'l Vuska'nın editöryel politikasını yansıtmayabilir.
Mustafa YILMAZ
Bugün Puthanede İbrahimiz! Yarın Ne Olacağız?
Urvetü`l Vuska - Tüm hakları saklıdır. ® 2014 - Sitede bulunun içerikler ve analizler kaynak gösterilerek alıntılanabilir. Networkbil.Net