Ana Sayfa  /  DÜŞÜNCE  /  Toplumsal Değişme ve İslam / Mustafa AYDIN
  • Facebook da Paylaş
Toplumsal Değişme ve İslam / Mustafa AYDIN
  • 07-10-2014
  • 0 yorum
  • 3747 okunma
Bu açıdan baktığımızda günümüzde Müslümanların İslâmî anlayışlarındaki en önemli eksikliklerden birisi, ahlâki ve tarihi çerçeveyi birbirinden ayıramamaları, tarihi birikimin bütününü ahlâkî, değişmeyen bir alan saymalarıdır. Bu durumda İslâm'ı yaşamak, tarihî birikimi bütünüyle hayat sahasına koymak (istemek) demektir.

Çağımızda önemli toplumsal gelişmeler var; bloklar yıkılıyor, yeni bloklar kuruluyor. İnsanlar sistemleri sorguluyor. En açık şekliyle Batının ürettiği sistem­lerden birisi olan komünizm yı­kılırken liberalizm güçlendiril­meye çalışılıyor. Bu arada olup- biten olayların en önemlilerin­den birisi şüphesiz 21. yüzyılın eşiğinde dinler çevresinde yeni­den bir toplanma ve uyanışın oluşudur. Auguste Comte'un yaklaşık yüzyıl önce ileriye sür­düğü iddianın hilafına bir geliş­me gözleniyor. Düşünüre göre belli basamaklardan geçerek pozitivist aşamaya gelen insanlık artık dini gerilerde bırakmıştı. Geçen zaman filozofu sadece yalanlamadı, belki Sorokin'in "döngüsel hareketler teorisi"ne daha uygun bir biçimde insanlık yeni bir dini dönemin eşiğine geldi.

Tabir caizse bu "yeni dö­nem" içerisinde bizi ilgilendiren şüphesiz İslâm'ın durumudur. Çünkü o, sistem arayışları için­deki dünyanın önemli bir kısmı­nın konusu olacaktır. Onun için de 1400 küsur yıl sonra İslâm'ın mahiyeti, anlaşılması ile ilgili en­gellerin ne olduğu, tarihi tecrü­belerden de yararlanılarak sağ­lıklı bir biçimde oraya konulma­lıdır. Aşağıda görüleceği üzere bu sorunun hemen önemli bir kısmı, İslâm'ın toplumsal değiş­melerle kontak noktasında orta­ya çıkmaktadır. Bir başka deyişle Müslümanlar (tebliğciler), İslâm'ın ebedi değişmeyen ilke­leri ile sürekli değişen şartlar arasındaki bağlantıyı, çok iyi ku­rabilmiş olmalıdırlar. Ne var ki genel çerçeveye baktığımızda bu noktanın iyi kavrandığı söylene­mez.

Değişme Karşısında İki Ayrı Tavır

İslâm dünyasında İslâm toplumsal değişme ilişkisi açısın­dan iki genel eğilimle karşılaşı­rız:

Birinci gruba göre İslâm açısından değişme diye bir konu yoktur, her şey yerinde durmak­tadır. İslâm'da bir kereliğine kurallaştırılmıştır. İnsan da toplum da hep aynıdır. Dolayısıyla tarihi bir süreci kapsayan İslâmî biriki­min gözden geçirilmesini gerek­tirecek hiçbir şey yoktur. Nesnel dünya bile değişmiyor ki manevi bir varlık olan İslâm (daha doğ­rusu İslâm'a uygun olarak ortaya konan birikim) değişsin. O, var­lığını bir ideal varlık seferinde sürdürüyor. Değişme ile İslâm'ı yan yana getirmek, İslâmî dejene­re etmek isteyenlerin konusu olabilir, yapılacak iş tarihi biriki­mi öğrenmektir.

İkinci bir görüşe göre ise; insan ve toplumlar öylesine hızla değişmektedirler ki artık İslam’ın bu tempoya tüm sosyal boyutlar­da ayak uydurması mümkün de­ğildir. Esasen İslâm bir değer alanı ise insanların kalbinde bir inanış olarak yaşamalıdır. İslâm demek değişmeyen ilkeler de­mektir. Sosyal hayata katılırsa sosyal değişmelerle boy ölçüş­mesi mümkün olmaz. Esasen sosyal hayatın yasaları kendi içindedir (içkindir). Bir başka deyişle sosyal hayatın değer ve normları toplumsal etkileşimlerin bir ürünüdür. İslâm'ın yüceliği ve bekası bu mekanizmanın dı­şında (üstünde) kalmasına bağlı­dır.

Değişmenin yokluğu ve çok­luğu gibi zıt noktalardan hareket eden bu iki hatalı görüş neticede İslâm'ı toplumdışı saymakta bir­leşmektedirler. Tabi bu hata İslâm'ın temel yapısını kavrayamamaktan, toplumsal niteliğini anlayamamaktan kaynaklanmak­tadır.

Hemen belirtelim ki bunların dışında her şey gibi toplumların da değiştiğini, İslâm'ın bu değiş­meye uyum sağlayabilecek yegâne din olduğunu savunan bir anlayış da vardır. Burada ek­sik de olsa (meselâ) zamanın de­ğişmesiyle hükümlerin değiştiği­ni, toplumsal değişmeye bağlı olarak açığa çıkan münferit so­runların çözümünü sağlamak üzere bir içtihad mekanizması­nın bulunduğunu söylemektedir­ler. Ne var ki potansiyel çerçeve­de doğru olan bu görüş temellendirilebilmiş, dinamikleri gös­terilebilmiş değildir. Çünkü dü­şünce ve faaliyet alanında onu vurgulayan bir sonuçla karşılaş­mamaktayız.

Değişme Kavramı

Konunun daha iyi anlaşılabil­mesi için önce "toplumsal de­ğişme" ve "İslâm" hakkında kı­saca bazı hatırlatmalarda buluna­lım; Değişme, bir halden bir başka hale geçiştir ve gerçekten canlı cansız bütün real varlıkları bir değişme içindedirler. Değiş­me İlâhî tekevvünün bir eseridir, bir "emir" sonucudur. Bir reel (nesnel) varlık olan fert ve top­lumlar da sürekli değişmektedir. Buna göre insanlar doğar, gelişil ve ölür. Gezegenler hareket eder, bir kısmı yok olur, yenileri yaratılır. Toplumlar kurulur, yıkı­lır; büyür, küçülür; normlar olu­şur, kurumlar doğar ve yıkılır. Nispeten değişmeyen şey ideal varlık alanıdır, inanç ilkeleridir, değerlerdir.

Değişme İlâhi sünnetin bir eseridir. Allah, değişme yasasını nesnelerin yapısına yerleştirmiş­tir. Yasaların kendileri değişmemektedir ama onların determine ettiği nesnel varlıklar sürekli de­ğişmektedirler. İslâm'ın kendine ait terimiyle (sünnetullah)'da bir değişme yoktur, ama ayetler de­ğişme içindedir (Felsefede deter­minasyon fenomen ilişkisi). An­cak iradi bir varlık alanı olan fert ve toplum, bir farklılık gösterir: Toplumsal olaylar doğal yasalar­la (yani İlâhî iradenin nesnel dünya ile ilgili buyrukları ile mutlak bir zorunluluk içinde) olup-bitmezler; onlar, kendilerini yönlendirici ilkelere, değerlere ihtiyaç duyarlar. İşte İslâm ile (özellikle günümüzdeki) diğer sistemler arasındaki farklılık, bu belirleyici değerlerin varlığı ve kaynağı konusunda kendini gös­terir.

Batıda özellikle Rönesans’la başlayıp Aydınlanma felsefesiyle geliştirilen ve bugün de varlığını sürdüren, genel çerçevesi itiba­riyle "liberalizm" olarak isimlendirebileceğimiz bir anlayışa göre değişen nesnel dünyanın kendi­ne göre kanunları olduğu gibi sosyal hayatın da kendine has tabii yasaları vardır. Toplumsal etkileşimlere bağlı olarak ortaya çıkan bu yasaların, nesnel dün­yadaki doğal yasalardan farkı yoktur, akıl bu yasaların yegâne açıklayıcısıdır. Dolayısıyla tüm sosyal olaylara dışarıdan değer ve kural dikte edilmemeli, peşi­nen değişmeyen ilkelerle müda­hale edilmemelidir, İnsanların sorunları bu müdahalelerden ge­lir. Toplumsal gelişme özellikle gelenek ve dinin kuralları dışın­da tutulmalıdır...

Bilindiği gibi dar anlamda ekonomik bir model olan libera­lizm de buradan doğdu. Formül de şuydu: "Bırakınız yapsınlar". Geçen zaman ekonomide bu salt biçimin doğru olmadığını göster­di ve ekonomiye ilkeler dikte edildi ve buradan kapitalizm doğdu. Ne var ki batı kültürü­nün bu liberal varsayımı hep fire vermesine rağmen sosyal hayat­taki "bırakınız yapsınlar"ın kötü sonuçlarını henüz kabullenmedi. Ama yakın bir gelecekte, yön verici toplumüstü değerlerin ol­madığını var sayan bu sistemin yanlışlığı açıkça görülecektir.

İşin gerçeği toplumsal şartla­ rın ürünü olmayan değerlere ih­tiyaç vardır. Yüksek değerler araç-değer dünyasını determine etmelidir. Yüksek değer ise aş­kındır, toplumsal şartların bir ürünü olan hiçbir değer mutlak aşkın olamaz, belli grup ve züm­relerin çıkarlarını yansıtır. İlâhî yörüngenin belirleyiciliğindeki değerlerin dışındakiler ortaya değildir ve mutlak sosyal denge­leri kurmaya elvermez. Meselâ özgürlük, demokrasi, vb. böylesi bir özle dolu değil iseler birer araç-değerdirler. Herkes kendine göre kullanır, işe bir görelilik ha­kim olur (çifte standartlar do­ğar).

Değişme Kavramında İslâm'ın Görüşü

Bu liberal dünya görüşünün aksine İslâm, mutlak toplumsal dengelerin sağlanabilmesini ve­rilmiş belli yüksek değerlere bağlar. Yani İslâm belli değerler getirmiştir ve bunlar din-dünya bütünlüğünde sağlıklı ferdi-sos- yal bir hayat için gereklidirler. Bunlar doğal yasalar değildir, yani sırf fert ve toplum doğası­nın analiziyle ve akıl yoluyla el­de edilemezler. Akıl, nesnel ya­pıları açıklar, temel değer yapıla­rı (en temel ahlâki formlar) bu­nun dışında bir şeydir. Meselâ "kısas" ilkesini ele alalım:

İlk bakışta "kısas", aklın ge­reği olan en eski ve temelli bir hukuk kuralıdır. Çünkü köklü bir devlet olmadan bile sonuç alınabilecek bir mutlak adalet il­kesidir? Ama ünlü hukukçu Hammurabi "kızını öldürenin kı­zı öldürülür" derken hiçbir akıl bunda bir anormallik görmemiş, cahiliye Arap’ı, suçluya karşılık karşı taraftan herhangi bir ferdi cezalandırarak (insana bir in­san) kısası yerine getirdiğine inanmıştır. Hâlbuki İslâm'ın "ha­yat ilkesi" saydığı kısas salt bir denklik değildir, iki tarafın da hayatının gözetilmesidir: Bir ta­rafın diyet vb. ile acısı dinecek, diğer taraf hatasını affettirebileceği bir noktada tekrar hayata bağlanacak. Şüphesiz sırf bir akıl ürünü olarak ortaya konan gü­nümüz hukuku öleni mezara, öl­düreni bir başka mezar olan hapse göndermekte ve ölenin yakınlarının acılarını dindirecek herhangi bir sonuç da elde edil­memektedir. Bunda ne hayat vardır ve ne de adalet. Hâlbuki cana candan, diyetle karşılığını vermeye, bağışlanmaya kadar bu esnek yapıdan, toplum Islahı amaçladığını söyleyen çağdaş hukuk sistemlerinden daha çok yarar sağlamaktadır.

Demek "İslâm, bütün değiş­melere karşılık, Allah tarafından belirlenmiş değişmeyen ilkeler vazetmiştir. Toplumlardaki doğal yasalardan farkı beşeri irade ile olan bağlantılarıdır. "Tevhid inancı", "kozmik düşünce" (kai­natla ilgili akide ve ahiret inancı) bu "sosyal ahlâki düzen" bileşke­sinde ortaya çıkan İslâm (ki bu birliğin parçalandığı yerde İslâm yoktur) bu yörüngede cahiliye kültürüyle de hesaplaşarak bir kısmını reddetmiş, mevcut un­surlardan bir kısmına yeni fonk­siyonlar kazandırılmış, yemlerini eklemiş ve değerler arasında bir hiyerarşi kurmuştur. Bunlar top­lumsal etkileşimlerle kendiliğin­den ortaya çıkmayacak, süper teknolojiyle üretilemeyecek de­ğerlerdir, sonuçlardır. Bunlar de­ğişmeyen ebedi ilkelerdir.

İslâm'ın İki Temel Boyutu

Bu açıklamalara göre İslâm açısından toplumsal yapıların iki boyutu vardır: Nesnel tarafı ki biz buna tarihi boyutu diyoruz; değer yapıları ki biz buna ahlaki boyut adını veriyoruz. Şimdi bunları biraz açmaya çalışalım:

a) "Ahlâkî boyut"; bir değer alanıdır, İslâm'ın değişmeyen ta­rafıdır. Gerçek kaynağını ve ifa­desini Kur’an’da bulan ve "şeriat" de denen "emredilmiş örnekler" alanıdır. Bunların sayıları sınırlı­dır. Yani İslâm bütün insan dav­ranışlarına, her toplumsal olaya karşılık olan bir emir getirme­miştir; tabir caizse stratejik ör­nekler sunulmuştur. Esasen bu örnekler, biraz sonra belirteceğiz tarihi/toplumsal boyuta esneklik vermek için gayet kısa ve sınırlı tutulmuştur. Hz. Peygamber bu amaçla fazla soru sorulmasını is­tememiştir. Çünkü gerekli çerçe­ve verildikten sonra münferit hükümler/değerler, tarihi çerçeveyi özel olarak bağlayıcı olacaktır. Hz. Peygamberin elinin altındaki toplumun da bir tarihi boyutu var. Buna göre ayrıntılandırılmış örnekler gelecek için bazı güç­lükler de taşır.

b) "Tarihi boyut"; toplumsal şartları, ihtiyaç ve imkânları ihti­va eden nesnel bir dünyadır. Değişmeler bu alana aittir. Toplumsal çerçeve sürekli değişir. Hiçbir toplum, diğer bir toplu­mun hayatını olduğu gibi izleye­mez. Bu açıdan Hz. Peygamber dönemi toplumu bizim için bir ahlaki boyut olarak örnektir, çünkü Kitabîdir, yoksa tarih ola­rak o süreç tekrar yaşanamaz. Asr-ı saadet'e tarihen dönüle­mez.

Gerçi Hz. Peygamber döne­mi uygulamaları, Kitabî olması­na, yani ahlâkî ve tarihi boyutla­rın birbirlerine çok yaklaşmış ol­masına rağmen yine de işin bir ta­rihi cephesi vardır, özellikle dev­letin şekli, sözleşmeler, ekono­mik girişimler, askeri stratejiler, vs. birer tarihi boyutturlar. Daha sonraki toplundan bağlayıcı bir nitelik taşımazlar. Kur’an ve sün­nette bu tarihi boyut iççice, üst üstedir. Meselaâ: Tebbet sûresi, ilk bakışta gerçekten tarihi bir vakıaya işaret eder: O da İslâm'a ve Hz. Peygambere düşman bir adama (Ebû Leheb'e karşı) psi­kolojik bir takviyedir. Hâlbuki aynı sûre, ahlaki boyut itibariyle "kendini müstağni sayan ateş ya­ranının akibeti"ni çok açık bir şekilde ifade etmektedir. Ve tabi Hz. Peygamber'den sonra tarihi boyut gittikçe ağırlık kazanmak­tadır.

Ahlakî ve Tarihî Boyut Arasındaki İlişki

Toplumsal değişme açısından tarihi iki boyut arasındaki ilişki şöyledir: Ahlâk, bir yüksek de­ğer alanı olarak bir determinas­yondur (bir belirleyicidir), araç- değer olarak ifade edebileceği­miz sosyal şartları determine edip şekillendirir. Bir başka de­yişle, İslâm'ın bir çağda herhangi bir toplumda yaşaması, maddi- manevi ihtiyaçlarının bu ebedi ilkelere göre şekillenmesi de­mektir. Yani siyasi, sosyal, eko­nomik tüm yapılar, İslâm açısın­dan birer gerçekleştirme alanı­dırlar. İslâm genelde şekle ait, bu alanlarda ilke vazetmemiştir, temelde determine edecek de­ğerler vazetmiştir. Meselâ ekono­minin, devletin veya ailenin belli bir formal şekli yoktur; ama bu alanların her biri ile ilgili ebedi il­keler vardır. Meselâ ekonomik refahın yaygınlaştırılması için servetin esaslı bir dağılımı; siyasi hayat için bir faaliyet biriminde bulunan bütün insanların katılı­mı (şûra ilkesi), sosyal hayatta ferdi iradeyle ve bir akitle kuru­lan ama bütün yakınların göze­tilmesini gerekli kılan bir aile an­layışı, söz konusu ettiğimiz ahlâki belirleyiciliğe örnek veri­lebilir. Aileyi İslami kılan şey ge­niş veya çekirdek oluşu değildir.

Olaya sosyolojik açıdan bak­tığımızda, değişmeye ahlâkî bo­yutla değişen bir alan olan tarihi boyut arasında sağlıklı bir ilişki­nin kurulduğunu görürüz. İslâm'ın sınırlı sayıdaki ahlâkî il­keleri her dönemde toplumsal şartlar açısından (sırf ibadet esaslarının dışındaki alan) yeni­den yorumlanır, normalleştirilir. Kısaca (tarihte) fıkhî ilkeler ola­rak bilinen normlar, değerlerin fiziki şartları da göz önünde bu­lunduran kurallaşmış biçimleri­dir. Bunun için normlar zamana göre değişirler. Bunların belli ih­tiyaçları karşılayan ve süreklilik kazanmış formel yapılarına ku­rum diyoruz. Kurumların mad­desi de toplumsal şartlara uygun olarak değişir. Temeldeki ahlâki ilkelere ne kadar uygun olursa olsun arada bir özdeşlik yoktur. Aynı ahlâki ilke şart ve imkânlara göre çok farklı biçim­lerde normlaşıp kurumlaşabilir. (Daha ilginci bazen normlaı farklı ahlâki temele dayanabilir­ler. Demokrasi konusunda oldu­ğu gibi. Çünkü şûra ile ortaya çı­kan bir siyasi yapı demokratik göründüğü kadar, halk yönetimi anlamına gelen demokrasi de demokratik çerçevelidir. O halde önemli olan ad değil, kaynak, hedef ve özellikle ortaya koydu­ğu sonuçlarıdır). Bu incelik anla­şılmadığı içindir ki pek çokların­ca İslâm'ın siyasi/ahlâki çerçeve­si salt demokrasi ile özdeşleştirilmektedir.

Kur'ân'da Ahlâkî-Tarihi Boyut İç içedir

Bu açıdan baktığımızda özel­likle Kur'an'da yer alan hüküm­ler, (akidevi olmanın yanında) ahlâki ve hukuki özelliği birlikte taşırlar: Meselâ hırsızlıkla ilgili ayeti kerimeleri ele alalım: Şöyle buyuruluyor: "Hırsızlık yapan kadın ve erkeğe Allah'tan bir ce­za olarak ellerini kesin. Allah çok üstündür, ince bir hikmet sahibidir. Kim de yaptığı bu zu­lüm (yanlışlık)tan dolayı tevbe ederse Allah onun tevbesini ka­bul eder." (Maide/ 38-39).

Hırsızlık, akli ve genel olarak sosyal çerçevede ahlâk dışı bir eylemdir. Ama İlâhi irade bu ya­sağa bir değer yüklemiştir. Bu bağ onu İslâm'ın ahlâki çerçeve­sine sokmuştur. Buna göre dere­cesi ne olursa olsun hırsızlık, Al­lah'a karşı bir saygısızlıktır. An­cak işin bir de hukuki çerçevesi vardır. Bu da elinin kesilmesin­den, sırf çaldığının tazmin ettiril­mesine, durumuna göre serbest bırakılmasına kadar şartlara göre değişik hukuki normları gerekli kılan bir alandır. Hırsızlık ahlâki düzeyde mutlaka el kesmeye denk değildir. Yani ahlâki temel tek olmasına rağmen hukuki çö­zümleri çoktur. Üstelik biz dün­yevi olarak onu serbest bıraktığı­mızda da ahlâken muaf olmaz. Bir emrin ihlâli açısından iş artık Allah'a aittir. "Tevbe ederse ba­ğışlarım" buyuruyor. Bizim hukuken bağışlamamız bizim dün­yevi şartlarımızla, düzenimizle il­gilidir, İlâhi çerçeve bizim üzeri­mizde bir şeydir.

Burada dikkatlerinizi asıl ko­nuyu ilgilendiren noktaya çekelim-, İslâm'ın sınırlı sayıda değiş­meyen ebedi ahlâki (sosyal) il­keleri; sınırsız, değişkenlik gös­teren tarihi boyutu belirliyor; normlar ve kurumlar olarak orta­ya çıkıyor. Böylece İslâm, top­lumda yaşanma imkânı buluyor. Ancak bu sosyal çerçevedeki norm ve kurumlar bir başka za­man ve mekândaki bir toplumu (bazı örnek almaların dışında) il­gilendirmiyor, bağlamıyor. Esa­sen günümüze kadar tarihsel ge­lişimi içerisinde İslâm toplumlarının en önemli problemi tarihi boyutun da norm ve kumrularıy­la ahlâki olana indirgenip değiş­mez biçimde mutlaklaştırılması olmuştur. Buna göre herhangi bir çağda İslâm adına ortaya çık­mış herhangi bir görüş (meselâ 17. yüzyılda Şeyhülislâmın piya­sa denetlemelerine ilişkin bir ka­rarı) artık İslâm'ın rüknü, şeriat sayılmıştır. Burada "şer'î olan" (doğrudan İlâhi iradeye dayalı ahlâki temel) ile "şeriate uygun olan" birbirine karıştırılmıştır. Burada tarih hatalarla doludur demek istediğimiz sanılmasın, bilâkis tarihte ortaya çıkan bu değer ve normlar, zamanının ih­tiyaçları açısından İslâm'ı iyi ni­yetle, büyük bir gayretle algıla­yış biçimidir, burada bir anor­mallik de yoktur. Anormallik, daha sonrakilerin bunu ahlâkî boyuta indirgemeleridir. Bazı ör­nekler verelim:

Tarihi Boyuta Örnek Olarak: Halifelik

Meselâ siyasi bir uygulama olarak ilk dört halife dönemi devlet yapısı (formel bir yapı olarak) tarihi bir uygulamadır. Bazılarının iddia ettiği gibi bu ne demokrasidir, ne krallıktır ve ne de İslam’ın ebedi bir devlet biçi­midir. Fiziki imkân olarak Arap toplumunun kültürel birikimle­rinden olan kabile şeyhliğinin, ihtiyaçlar doğrultusunda teşkilatlanışının İslami bir özle doldu­rulmasıdır. Bir başka deyişle İslâm'ın şûra, vb. gibi siyasi, sos­yal alana ait ahlâki ilkelerinin bir gerçekleşmesi, biçim kazanması­dır. Burada İslâmî özle bağdaş­mayan bir uygulama ile karşılaş­mayız. Ancak bütün İslâmiliğine rağmen bu uygulama bir tarihi kesittir; daha sonraki hiçbir İslâm toplumu (meselâ) başarılı halife Hz. Ömer'in siyasi uygula­malarım izlemek, sosyal prob­lemlerini çözmek için Divan Teşkilâtı kurmak, ekonomiyi dü­zenlemek için toprağa dayalı il­kelerden hareket etmek zorunda değildir. Yapılacak şey İslâmî il­kelerin yeni şartlarda gerçekleşti­rilebilmesidir. Yine 30 yıl sonra Emeviler bir başka uygulama or­taya koyuyorlar; yanlışı hep id­dia edilegeldiği gibi yalnız dev­let başkanının seçimindeki ek­siklik, ya da bazı noktalarda ka­bile kültürüne dayanmaları de­ğildir; uygulamanın (şûra, vb. gi­bi) İslâm'ın sosyo-politik ahlâki ilkelerinin bir gerçekleştirilişi ol­mayışıdır. Yani önceki gibi uy­gulamanın İslami bir özle doldurulamayışıdır. Dolayısıyla ortaya bir saltanat çıkmıştır. Tekrar vur­gulayalım, buradaki yanlışlık, İslâmca yasaklanan saltanatın getirilmesi veya emredilen de­mokrasinin uygulanmaması de­ğildir, siyasi mekanizmanın te­mellerini bu alandaki ahlâki te­mellerin doldurmamasıdır. Buna göre adı demokrasi olan bir dü­zenleme, bu ahlâkî temellere da­yanmaması nedeniyle amaç dışı olabileceği gibi, saltanat görünümlü' bir uygulama gayeye da­ha yakın olabilir. (Burada slo­ganların yeri yoktur, ancak ge­nelde şûra, vb. ile şekillenmiş bir siyasi yapı demokratik bir görünüme krallıktan daha yakındır.)

Sonuç:

Bu açıdan baktığımızda gü­nümüzde Müslümanların İslâmî anlayışlarındaki en önemli eksik­liklerden birisi, ahlâki ve tarihi çerçeveyi birbirinden ayıramamaları, tarihi birikimin bütününü ahlâkî, değişmeyen bir alan say­malarıdır. Bu durumda İslâm'ı yaşamak, tarihî birikimi bütü­nüyle hayat sahasına koymak (istemek) demektir. Böyle bir anlayış ise İslâm adına ortaya konulmuş her yargının mutlaklaştığı, meselâ Allah'ın emrettiği bir şer'i ilke konabildiği, toplumların da hiçbir değişime tabi ol­maksızın varlıklarını sürdürdük­leri varsayımına dayanabilir. Bu anlayış (bana göre) 1400 küsür yıl sonra İslâm'a farkında olmak­sızın bühtanda bulunmaktan, onu çağdaş dünyada fonksiyo­nunu tamamlamış bir dünya gö­rüşü gibi takdim etmekten başka bir şey değildir. Bu görüş, de­vamlı bir yaratma içinde olan (ki O, her an bir iş içindedir, buyru­luyor) Allah inancına da, devam­lı bir tekevvün içinde olan bir kâinat telâkkisine de, toplumların tahavvulüne (değişimine) işa­ret eden ayetlere de (ki siz ken­dinizdeki güzel hasletleri değiş­tirmeden biz sizi değiştirmeyiz, buyrulur) aykırıdır.

Aslında İslâm terminolojisin­de yer alan "içtihat" ilkesi, söz konusu değişimi kabul esasına dayanmaktadır. Ne var ki bu yol yüzyıllardır işlememektedir. Yine uzunca bir zamandır bu ilke or­taya çıkabilecek münferit fevka­lade durumlara çözüm arayacak bir yol olarak görülmektedir. Hâlbuki biz burada İslâm'ın ilk dönemlerindeki aktif görevine eş anlamda, ahlâki temellerin geniş kapsamlı bir normlaşıp kurum­laşmasından söz ediyoruz. Müslümanlar ellerinin altındaki fıkıh birikiminden elbette yararlana­caklardır. Ancak bunların bütü­nüyle mutlaklaştırılmasının do­ğuracağı problemler de vardır. Bugün akaid kitaplarımızda bile tarihi vakıaları yansıtan, objektif bakıldığında "Kitabî" sayılamayacak yargılar vardır. (İman ve amelin ayrı şeyler oluşu gibi.).

İnsanlık İslâm'a yeniden yö­nelmiştir. Bu aşamada o, sağlıklı bir biçimde kavranıp öylece tak­dim edilmelidir. Tarihi birikim­den çok Kitap ve sünnet gibi asıllara yönelmeli, ferdi ve sos­yal bağlantılara iyi dikkat etmeli­dir. Hele hele sûfilik gibi tek yönlü tarihî gerçekleştirmelerin çerçevesi içine katlanıp kalma­malıdır. Orijine yönelmek ve bir bütünlük içinde kavramak göz önünde bulundurulacak ve bizi yanlışlardan uzaklaştıracak iki önemli metod ilkesidir. Yine İslâm ne modernistlerin yaptığı gibi batı akıcılığına indirgenmek, ne tarihi gerçekleştirmelerin için­de mahsur kalmalıdır. Selefiyecilerin özellikle iki yüzyıldır sıkça tekrarlaya geldikleri "Asr-ı Saadet'e dönme" sloganı da İslâm'ın ahlâki temellerini kavrama bakı­mından bir değer taşır. İslâm'ın ilk yıllarının tarihi sürecine dön­mek olarak değil. Çünkü bunun bir sevgi belirtisinin dışında an­lamı olmadığı gibi imkân da yoktur. Mümkün ve gerekli olan Kur'ân ve sünnetten kavranacak ahlâkî temellerin, zamanımızın sosyo-kültürel-politik şart ve imkânlarında yeniden gerçekleş­tirilmesidir.... Toprak sistemine dayalı örneğin sistemi İslâm adına uygulamalı değil sanayi toplumunun problemleri açısın­dan, yeniden şekillenmelidir. Her alanı temel ahlâki ilkelere göre belirleyen ama sonsuz sayı­daki eyleme tarihi birikimden bir cevapla yetinmeyen bir anlayışa ulaşılmalıdır.

İslâm, potansiyel bir güçle doludur. Tebliği fert ve toplumla ilgilidir ama hep toplumsal de­ğişmelerin üstünde kalan bir yö­nü vardır. Üstelik bunlar insanla­rın kendi araştırmalarıyla bula­cakları şeyler değildir. Hiç kimse ondan müstağni kalamaz. Mev­cut liberal dünya görüşünün yanlışları görüldükçe onun öne­mi daha çok anlaşılacaktır, yeter ki o iyi kavranabilsin.

Kaynak: Umran Dergisi: Haziran 1991, Sayı: 2, Sayfa: 6-10

 

Not: Bu makalede yer alan görüşler yazara aittir ve Urvetü'l Vuska'nın editöryel politikasını yansıtmayabilir.

YORUMLAR
Henüz Yorum Yok !
Diğer