
- 07-10-2014
- 0 yorum
- 3747 okunma
Çağımızda önemli toplumsal gelişmeler var; bloklar yıkılıyor, yeni bloklar kuruluyor. İnsanlar sistemleri sorguluyor. En açık şekliyle Batının ürettiği sistemlerden birisi olan komünizm yıkılırken liberalizm güçlendirilmeye çalışılıyor. Bu arada olup- biten olayların en önemlilerinden birisi şüphesiz 21. yüzyılın eşiğinde dinler çevresinde yeniden bir toplanma ve uyanışın oluşudur. Auguste Comte'un yaklaşık yüzyıl önce ileriye sürdüğü iddianın hilafına bir gelişme gözleniyor. Düşünüre göre belli basamaklardan geçerek pozitivist aşamaya gelen insanlık artık dini gerilerde bırakmıştı. Geçen zaman filozofu sadece yalanlamadı, belki Sorokin'in "döngüsel hareketler teorisi"ne daha uygun bir biçimde insanlık yeni bir dini dönemin eşiğine geldi.
Tabir caizse bu "yeni dönem" içerisinde bizi ilgilendiren şüphesiz İslâm'ın durumudur. Çünkü o, sistem arayışları içindeki dünyanın önemli bir kısmının konusu olacaktır. Onun için de 1400 küsur yıl sonra İslâm'ın mahiyeti, anlaşılması ile ilgili engellerin ne olduğu, tarihi tecrübelerden de yararlanılarak sağlıklı bir biçimde oraya konulmalıdır. Aşağıda görüleceği üzere bu sorunun hemen önemli bir kısmı, İslâm'ın toplumsal değişmelerle kontak noktasında ortaya çıkmaktadır. Bir başka deyişle Müslümanlar (tebliğciler), İslâm'ın ebedi değişmeyen ilkeleri ile sürekli değişen şartlar arasındaki bağlantıyı, çok iyi kurabilmiş olmalıdırlar. Ne var ki genel çerçeveye baktığımızda bu noktanın iyi kavrandığı söylenemez.
Değişme Karşısında İki Ayrı Tavır
İslâm dünyasında İslâm toplumsal değişme ilişkisi açısından iki genel eğilimle karşılaşırız:
Birinci gruba göre İslâm açısından değişme diye bir konu yoktur, her şey yerinde durmaktadır. İslâm'da bir kereliğine kurallaştırılmıştır. İnsan da toplum da hep aynıdır. Dolayısıyla tarihi bir süreci kapsayan İslâmî birikimin gözden geçirilmesini gerektirecek hiçbir şey yoktur. Nesnel dünya bile değişmiyor ki manevi bir varlık olan İslâm (daha doğrusu İslâm'a uygun olarak ortaya konan birikim) değişsin. O, varlığını bir ideal varlık seferinde sürdürüyor. Değişme ile İslâm'ı yan yana getirmek, İslâmî dejenere etmek isteyenlerin konusu olabilir, yapılacak iş tarihi birikimi öğrenmektir.
İkinci bir görüşe göre ise; insan ve toplumlar öylesine hızla değişmektedirler ki artık İslam’ın bu tempoya tüm sosyal boyutlarda ayak uydurması mümkün değildir. Esasen İslâm bir değer alanı ise insanların kalbinde bir inanış olarak yaşamalıdır. İslâm demek değişmeyen ilkeler demektir. Sosyal hayata katılırsa sosyal değişmelerle boy ölçüşmesi mümkün olmaz. Esasen sosyal hayatın yasaları kendi içindedir (içkindir). Bir başka deyişle sosyal hayatın değer ve normları toplumsal etkileşimlerin bir ürünüdür. İslâm'ın yüceliği ve bekası bu mekanizmanın dışında (üstünde) kalmasına bağlıdır.
Değişmenin yokluğu ve çokluğu gibi zıt noktalardan hareket eden bu iki hatalı görüş neticede İslâm'ı toplumdışı saymakta birleşmektedirler. Tabi bu hata İslâm'ın temel yapısını kavrayamamaktan, toplumsal niteliğini anlayamamaktan kaynaklanmaktadır.
Hemen belirtelim ki bunların dışında her şey gibi toplumların da değiştiğini, İslâm'ın bu değişmeye uyum sağlayabilecek yegâne din olduğunu savunan bir anlayış da vardır. Burada eksik de olsa (meselâ) zamanın değişmesiyle hükümlerin değiştiğini, toplumsal değişmeye bağlı olarak açığa çıkan münferit sorunların çözümünü sağlamak üzere bir içtihad mekanizmasının bulunduğunu söylemektedirler. Ne var ki potansiyel çerçevede doğru olan bu görüş temellendirilebilmiş, dinamikleri gösterilebilmiş değildir. Çünkü düşünce ve faaliyet alanında onu vurgulayan bir sonuçla karşılaşmamaktayız.
Değişme Kavramı
Konunun daha iyi anlaşılabilmesi için önce "toplumsal değişme" ve "İslâm" hakkında kısaca bazı hatırlatmalarda bulunalım; Değişme, bir halden bir başka hale geçiştir ve gerçekten canlı cansız bütün real varlıkları bir değişme içindedirler. Değişme İlâhî tekevvünün bir eseridir, bir "emir" sonucudur. Bir reel (nesnel) varlık olan fert ve toplumlar da sürekli değişmektedir. Buna göre insanlar doğar, gelişil ve ölür. Gezegenler hareket eder, bir kısmı yok olur, yenileri yaratılır. Toplumlar kurulur, yıkılır; büyür, küçülür; normlar oluşur, kurumlar doğar ve yıkılır. Nispeten değişmeyen şey ideal varlık alanıdır, inanç ilkeleridir, değerlerdir.
Değişme İlâhi sünnetin bir eseridir. Allah, değişme yasasını nesnelerin yapısına yerleştirmiştir. Yasaların kendileri değişmemektedir ama onların determine ettiği nesnel varlıklar sürekli değişmektedirler. İslâm'ın kendine ait terimiyle (sünnetullah)'da bir değişme yoktur, ama ayetler değişme içindedir (Felsefede determinasyon fenomen ilişkisi). Ancak iradi bir varlık alanı olan fert ve toplum, bir farklılık gösterir: Toplumsal olaylar doğal yasalarla (yani İlâhî iradenin nesnel dünya ile ilgili buyrukları ile mutlak bir zorunluluk içinde) olup-bitmezler; onlar, kendilerini yönlendirici ilkelere, değerlere ihtiyaç duyarlar. İşte İslâm ile (özellikle günümüzdeki) diğer sistemler arasındaki farklılık, bu belirleyici değerlerin varlığı ve kaynağı konusunda kendini gösterir.
Batıda özellikle Rönesans’la başlayıp Aydınlanma felsefesiyle geliştirilen ve bugün de varlığını sürdüren, genel çerçevesi itibariyle "liberalizm" olarak isimlendirebileceğimiz bir anlayışa göre değişen nesnel dünyanın kendine göre kanunları olduğu gibi sosyal hayatın da kendine has tabii yasaları vardır. Toplumsal etkileşimlere bağlı olarak ortaya çıkan bu yasaların, nesnel dünyadaki doğal yasalardan farkı yoktur, akıl bu yasaların yegâne açıklayıcısıdır. Dolayısıyla tüm sosyal olaylara dışarıdan değer ve kural dikte edilmemeli, peşinen değişmeyen ilkelerle müdahale edilmemelidir, İnsanların sorunları bu müdahalelerden gelir. Toplumsal gelişme özellikle gelenek ve dinin kuralları dışında tutulmalıdır...
Bilindiği gibi dar anlamda ekonomik bir model olan liberalizm de buradan doğdu. Formül de şuydu: "Bırakınız yapsınlar". Geçen zaman ekonomide bu salt biçimin doğru olmadığını gösterdi ve ekonomiye ilkeler dikte edildi ve buradan kapitalizm doğdu. Ne var ki batı kültürünün bu liberal varsayımı hep fire vermesine rağmen sosyal hayattaki "bırakınız yapsınlar"ın kötü sonuçlarını henüz kabullenmedi. Ama yakın bir gelecekte, yön verici toplumüstü değerlerin olmadığını var sayan bu sistemin yanlışlığı açıkça görülecektir.
İşin gerçeği toplumsal şartla rın ürünü olmayan değerlere ihtiyaç vardır. Yüksek değerler araç-değer dünyasını determine etmelidir. Yüksek değer ise aşkındır, toplumsal şartların bir ürünü olan hiçbir değer mutlak aşkın olamaz, belli grup ve zümrelerin çıkarlarını yansıtır. İlâhî yörüngenin belirleyiciliğindeki değerlerin dışındakiler ortaya değildir ve mutlak sosyal dengeleri kurmaya elvermez. Meselâ özgürlük, demokrasi, vb. böylesi bir özle dolu değil iseler birer araç-değerdirler. Herkes kendine göre kullanır, işe bir görelilik hakim olur (çifte standartlar doğar).
Değişme Kavramında İslâm'ın Görüşü
Bu liberal dünya görüşünün aksine İslâm, mutlak toplumsal dengelerin sağlanabilmesini verilmiş belli yüksek değerlere bağlar. Yani İslâm belli değerler getirmiştir ve bunlar din-dünya bütünlüğünde sağlıklı ferdi-sos- yal bir hayat için gereklidirler. Bunlar doğal yasalar değildir, yani sırf fert ve toplum doğasının analiziyle ve akıl yoluyla elde edilemezler. Akıl, nesnel yapıları açıklar, temel değer yapıları (en temel ahlâki formlar) bunun dışında bir şeydir. Meselâ "kısas" ilkesini ele alalım:
İlk bakışta "kısas", aklın gereği olan en eski ve temelli bir hukuk kuralıdır. Çünkü köklü bir devlet olmadan bile sonuç alınabilecek bir mutlak adalet ilkesidir? Ama ünlü hukukçu Hammurabi "kızını öldürenin kızı öldürülür" derken hiçbir akıl bunda bir anormallik görmemiş, cahiliye Arap’ı, suçluya karşılık karşı taraftan herhangi bir ferdi cezalandırarak (insana bir insan) kısası yerine getirdiğine inanmıştır. Hâlbuki İslâm'ın "hayat ilkesi" saydığı kısas salt bir denklik değildir, iki tarafın da hayatının gözetilmesidir: Bir tarafın diyet vb. ile acısı dinecek, diğer taraf hatasını affettirebileceği bir noktada tekrar hayata bağlanacak. Şüphesiz sırf bir akıl ürünü olarak ortaya konan günümüz hukuku öleni mezara, öldüreni bir başka mezar olan hapse göndermekte ve ölenin yakınlarının acılarını dindirecek herhangi bir sonuç da elde edilmemektedir. Bunda ne hayat vardır ve ne de adalet. Hâlbuki cana candan, diyetle karşılığını vermeye, bağışlanmaya kadar bu esnek yapıdan, toplum Islahı amaçladığını söyleyen çağdaş hukuk sistemlerinden daha çok yarar sağlamaktadır.
Demek "İslâm, bütün değişmelere karşılık, Allah tarafından belirlenmiş değişmeyen ilkeler vazetmiştir. Toplumlardaki doğal yasalardan farkı beşeri irade ile olan bağlantılarıdır. "Tevhid inancı", "kozmik düşünce" (kainatla ilgili akide ve ahiret inancı) bu "sosyal ahlâki düzen" bileşkesinde ortaya çıkan İslâm (ki bu birliğin parçalandığı yerde İslâm yoktur) bu yörüngede cahiliye kültürüyle de hesaplaşarak bir kısmını reddetmiş, mevcut unsurlardan bir kısmına yeni fonksiyonlar kazandırılmış, yemlerini eklemiş ve değerler arasında bir hiyerarşi kurmuştur. Bunlar toplumsal etkileşimlerle kendiliğinden ortaya çıkmayacak, süper teknolojiyle üretilemeyecek değerlerdir, sonuçlardır. Bunlar değişmeyen ebedi ilkelerdir.
İslâm'ın İki Temel Boyutu
Bu açıklamalara göre İslâm açısından toplumsal yapıların iki boyutu vardır: Nesnel tarafı ki biz buna tarihi boyutu diyoruz; değer yapıları ki biz buna ahlaki boyut adını veriyoruz. Şimdi bunları biraz açmaya çalışalım:
a) "Ahlâkî boyut"; bir değer alanıdır, İslâm'ın değişmeyen tarafıdır. Gerçek kaynağını ve ifadesini Kur’an’da bulan ve "şeriat" de denen "emredilmiş örnekler" alanıdır. Bunların sayıları sınırlıdır. Yani İslâm bütün insan davranışlarına, her toplumsal olaya karşılık olan bir emir getirmemiştir; tabir caizse stratejik örnekler sunulmuştur. Esasen bu örnekler, biraz sonra belirteceğiz tarihi/toplumsal boyuta esneklik vermek için gayet kısa ve sınırlı tutulmuştur. Hz. Peygamber bu amaçla fazla soru sorulmasını istememiştir. Çünkü gerekli çerçeve verildikten sonra münferit hükümler/değerler, tarihi çerçeveyi özel olarak bağlayıcı olacaktır. Hz. Peygamberin elinin altındaki toplumun da bir tarihi boyutu var. Buna göre ayrıntılandırılmış örnekler gelecek için bazı güçlükler de taşır.
b) "Tarihi boyut"; toplumsal şartları, ihtiyaç ve imkânları ihtiva eden nesnel bir dünyadır. Değişmeler bu alana aittir. Toplumsal çerçeve sürekli değişir. Hiçbir toplum, diğer bir toplumun hayatını olduğu gibi izleyemez. Bu açıdan Hz. Peygamber dönemi toplumu bizim için bir ahlaki boyut olarak örnektir, çünkü Kitabîdir, yoksa tarih olarak o süreç tekrar yaşanamaz. Asr-ı saadet'e tarihen dönülemez.
Gerçi Hz. Peygamber dönemi uygulamaları, Kitabî olmasına, yani ahlâkî ve tarihi boyutların birbirlerine çok yaklaşmış olmasına rağmen yine de işin bir tarihi cephesi vardır, özellikle devletin şekli, sözleşmeler, ekonomik girişimler, askeri stratejiler, vs. birer tarihi boyutturlar. Daha sonraki toplundan bağlayıcı bir nitelik taşımazlar. Kur’an ve sünnette bu tarihi boyut iççice, üst üstedir. Meselaâ: Tebbet sûresi, ilk bakışta gerçekten tarihi bir vakıaya işaret eder: O da İslâm'a ve Hz. Peygambere düşman bir adama (Ebû Leheb'e karşı) psikolojik bir takviyedir. Hâlbuki aynı sûre, ahlaki boyut itibariyle "kendini müstağni sayan ateş yaranının akibeti"ni çok açık bir şekilde ifade etmektedir. Ve tabi Hz. Peygamber'den sonra tarihi boyut gittikçe ağırlık kazanmaktadır.
Ahlakî ve Tarihî Boyut Arasındaki İlişki
Toplumsal değişme açısından tarihi iki boyut arasındaki ilişki şöyledir: Ahlâk, bir yüksek değer alanı olarak bir determinasyondur (bir belirleyicidir), araç- değer olarak ifade edebileceğimiz sosyal şartları determine edip şekillendirir. Bir başka deyişle, İslâm'ın bir çağda herhangi bir toplumda yaşaması, maddi- manevi ihtiyaçlarının bu ebedi ilkelere göre şekillenmesi demektir. Yani siyasi, sosyal, ekonomik tüm yapılar, İslâm açısından birer gerçekleştirme alanıdırlar. İslâm genelde şekle ait, bu alanlarda ilke vazetmemiştir, temelde determine edecek değerler vazetmiştir. Meselâ ekonominin, devletin veya ailenin belli bir formal şekli yoktur; ama bu alanların her biri ile ilgili ebedi ilkeler vardır. Meselâ ekonomik refahın yaygınlaştırılması için servetin esaslı bir dağılımı; siyasi hayat için bir faaliyet biriminde bulunan bütün insanların katılımı (şûra ilkesi), sosyal hayatta ferdi iradeyle ve bir akitle kurulan ama bütün yakınların gözetilmesini gerekli kılan bir aile anlayışı, söz konusu ettiğimiz ahlâki belirleyiciliğe örnek verilebilir. Aileyi İslami kılan şey geniş veya çekirdek oluşu değildir.
Olaya sosyolojik açıdan baktığımızda, değişmeye ahlâkî boyutla değişen bir alan olan tarihi boyut arasında sağlıklı bir ilişkinin kurulduğunu görürüz. İslâm'ın sınırlı sayıdaki ahlâkî ilkeleri her dönemde toplumsal şartlar açısından (sırf ibadet esaslarının dışındaki alan) yeniden yorumlanır, normalleştirilir. Kısaca (tarihte) fıkhî ilkeler olarak bilinen normlar, değerlerin fiziki şartları da göz önünde bulunduran kurallaşmış biçimleridir. Bunun için normlar zamana göre değişirler. Bunların belli ihtiyaçları karşılayan ve süreklilik kazanmış formel yapılarına kurum diyoruz. Kurumların maddesi de toplumsal şartlara uygun olarak değişir. Temeldeki ahlâki ilkelere ne kadar uygun olursa olsun arada bir özdeşlik yoktur. Aynı ahlâki ilke şart ve imkânlara göre çok farklı biçimlerde normlaşıp kurumlaşabilir. (Daha ilginci bazen normlaı farklı ahlâki temele dayanabilirler. Demokrasi konusunda olduğu gibi. Çünkü şûra ile ortaya çıkan bir siyasi yapı demokratik göründüğü kadar, halk yönetimi anlamına gelen demokrasi de demokratik çerçevelidir. O halde önemli olan ad değil, kaynak, hedef ve özellikle ortaya koyduğu sonuçlarıdır). Bu incelik anlaşılmadığı içindir ki pek çoklarınca İslâm'ın siyasi/ahlâki çerçevesi salt demokrasi ile özdeşleştirilmektedir.
Kur'ân'da Ahlâkî-Tarihi Boyut İç içedir
Bu açıdan baktığımızda özellikle Kur'an'da yer alan hükümler, (akidevi olmanın yanında) ahlâki ve hukuki özelliği birlikte taşırlar: Meselâ hırsızlıkla ilgili ayeti kerimeleri ele alalım: Şöyle buyuruluyor: "Hırsızlık yapan kadın ve erkeğe Allah'tan bir ceza olarak ellerini kesin. Allah çok üstündür, ince bir hikmet sahibidir. Kim de yaptığı bu zulüm (yanlışlık)tan dolayı tevbe ederse Allah onun tevbesini kabul eder." (Maide/ 38-39).
Hırsızlık, akli ve genel olarak sosyal çerçevede ahlâk dışı bir eylemdir. Ama İlâhi irade bu yasağa bir değer yüklemiştir. Bu bağ onu İslâm'ın ahlâki çerçevesine sokmuştur. Buna göre derecesi ne olursa olsun hırsızlık, Allah'a karşı bir saygısızlıktır. Ancak işin bir de hukuki çerçevesi vardır. Bu da elinin kesilmesinden, sırf çaldığının tazmin ettirilmesine, durumuna göre serbest bırakılmasına kadar şartlara göre değişik hukuki normları gerekli kılan bir alandır. Hırsızlık ahlâki düzeyde mutlaka el kesmeye denk değildir. Yani ahlâki temel tek olmasına rağmen hukuki çözümleri çoktur. Üstelik biz dünyevi olarak onu serbest bıraktığımızda da ahlâken muaf olmaz. Bir emrin ihlâli açısından iş artık Allah'a aittir. "Tevbe ederse bağışlarım" buyuruyor. Bizim hukuken bağışlamamız bizim dünyevi şartlarımızla, düzenimizle ilgilidir, İlâhi çerçeve bizim üzerimizde bir şeydir.
Burada dikkatlerinizi asıl konuyu ilgilendiren noktaya çekelim-, İslâm'ın sınırlı sayıda değişmeyen ebedi ahlâki (sosyal) ilkeleri; sınırsız, değişkenlik gösteren tarihi boyutu belirliyor; normlar ve kurumlar olarak ortaya çıkıyor. Böylece İslâm, toplumda yaşanma imkânı buluyor. Ancak bu sosyal çerçevedeki norm ve kurumlar bir başka zaman ve mekândaki bir toplumu (bazı örnek almaların dışında) ilgilendirmiyor, bağlamıyor. Esasen günümüze kadar tarihsel gelişimi içerisinde İslâm toplumlarının en önemli problemi tarihi boyutun da norm ve kumrularıyla ahlâki olana indirgenip değişmez biçimde mutlaklaştırılması olmuştur. Buna göre herhangi bir çağda İslâm adına ortaya çıkmış herhangi bir görüş (meselâ 17. yüzyılda Şeyhülislâmın piyasa denetlemelerine ilişkin bir kararı) artık İslâm'ın rüknü, şeriat sayılmıştır. Burada "şer'î olan" (doğrudan İlâhi iradeye dayalı ahlâki temel) ile "şeriate uygun olan" birbirine karıştırılmıştır. Burada tarih hatalarla doludur demek istediğimiz sanılmasın, bilâkis tarihte ortaya çıkan bu değer ve normlar, zamanının ihtiyaçları açısından İslâm'ı iyi niyetle, büyük bir gayretle algılayış biçimidir, burada bir anormallik de yoktur. Anormallik, daha sonrakilerin bunu ahlâkî boyuta indirgemeleridir. Bazı örnekler verelim:
Tarihi Boyuta Örnek Olarak: Halifelik
Meselâ siyasi bir uygulama olarak ilk dört halife dönemi devlet yapısı (formel bir yapı olarak) tarihi bir uygulamadır. Bazılarının iddia ettiği gibi bu ne demokrasidir, ne krallıktır ve ne de İslam’ın ebedi bir devlet biçimidir. Fiziki imkân olarak Arap toplumunun kültürel birikimlerinden olan kabile şeyhliğinin, ihtiyaçlar doğrultusunda teşkilatlanışının İslami bir özle doldurulmasıdır. Bir başka deyişle İslâm'ın şûra, vb. gibi siyasi, sosyal alana ait ahlâki ilkelerinin bir gerçekleşmesi, biçim kazanmasıdır. Burada İslâmî özle bağdaşmayan bir uygulama ile karşılaşmayız. Ancak bütün İslâmiliğine rağmen bu uygulama bir tarihi kesittir; daha sonraki hiçbir İslâm toplumu (meselâ) başarılı halife Hz. Ömer'in siyasi uygulamalarım izlemek, sosyal problemlerini çözmek için Divan Teşkilâtı kurmak, ekonomiyi düzenlemek için toprağa dayalı ilkelerden hareket etmek zorunda değildir. Yapılacak şey İslâmî ilkelerin yeni şartlarda gerçekleştirilebilmesidir. Yine 30 yıl sonra Emeviler bir başka uygulama ortaya koyuyorlar; yanlışı hep iddia edilegeldiği gibi yalnız devlet başkanının seçimindeki eksiklik, ya da bazı noktalarda kabile kültürüne dayanmaları değildir; uygulamanın (şûra, vb. gibi) İslâm'ın sosyo-politik ahlâki ilkelerinin bir gerçekleştirilişi olmayışıdır. Yani önceki gibi uygulamanın İslami bir özle doldurulamayışıdır. Dolayısıyla ortaya bir saltanat çıkmıştır. Tekrar vurgulayalım, buradaki yanlışlık, İslâmca yasaklanan saltanatın getirilmesi veya emredilen demokrasinin uygulanmaması değildir, siyasi mekanizmanın temellerini bu alandaki ahlâki temellerin doldurmamasıdır. Buna göre adı demokrasi olan bir düzenleme, bu ahlâkî temellere dayanmaması nedeniyle amaç dışı olabileceği gibi, saltanat görünümlü' bir uygulama gayeye daha yakın olabilir. (Burada sloganların yeri yoktur, ancak genelde şûra, vb. ile şekillenmiş bir siyasi yapı demokratik bir görünüme krallıktan daha yakındır.)
Sonuç:
Bu açıdan baktığımızda günümüzde Müslümanların İslâmî anlayışlarındaki en önemli eksikliklerden birisi, ahlâki ve tarihi çerçeveyi birbirinden ayıramamaları, tarihi birikimin bütününü ahlâkî, değişmeyen bir alan saymalarıdır. Bu durumda İslâm'ı yaşamak, tarihî birikimi bütünüyle hayat sahasına koymak (istemek) demektir. Böyle bir anlayış ise İslâm adına ortaya konulmuş her yargının mutlaklaştığı, meselâ Allah'ın emrettiği bir şer'i ilke konabildiği, toplumların da hiçbir değişime tabi olmaksızın varlıklarını sürdürdükleri varsayımına dayanabilir. Bu anlayış (bana göre) 1400 küsür yıl sonra İslâm'a farkında olmaksızın bühtanda bulunmaktan, onu çağdaş dünyada fonksiyonunu tamamlamış bir dünya görüşü gibi takdim etmekten başka bir şey değildir. Bu görüş, devamlı bir yaratma içinde olan (ki O, her an bir iş içindedir, buyruluyor) Allah inancına da, devamlı bir tekevvün içinde olan bir kâinat telâkkisine de, toplumların tahavvulüne (değişimine) işaret eden ayetlere de (ki siz kendinizdeki güzel hasletleri değiştirmeden biz sizi değiştirmeyiz, buyrulur) aykırıdır.
Aslında İslâm terminolojisinde yer alan "içtihat" ilkesi, söz konusu değişimi kabul esasına dayanmaktadır. Ne var ki bu yol yüzyıllardır işlememektedir. Yine uzunca bir zamandır bu ilke ortaya çıkabilecek münferit fevkalade durumlara çözüm arayacak bir yol olarak görülmektedir. Hâlbuki biz burada İslâm'ın ilk dönemlerindeki aktif görevine eş anlamda, ahlâki temellerin geniş kapsamlı bir normlaşıp kurumlaşmasından söz ediyoruz. Müslümanlar ellerinin altındaki fıkıh birikiminden elbette yararlanacaklardır. Ancak bunların bütünüyle mutlaklaştırılmasının doğuracağı problemler de vardır. Bugün akaid kitaplarımızda bile tarihi vakıaları yansıtan, objektif bakıldığında "Kitabî" sayılamayacak yargılar vardır. (İman ve amelin ayrı şeyler oluşu gibi.).
İnsanlık İslâm'a yeniden yönelmiştir. Bu aşamada o, sağlıklı bir biçimde kavranıp öylece takdim edilmelidir. Tarihi birikimden çok Kitap ve sünnet gibi asıllara yönelmeli, ferdi ve sosyal bağlantılara iyi dikkat etmelidir. Hele hele sûfilik gibi tek yönlü tarihî gerçekleştirmelerin çerçevesi içine katlanıp kalmamalıdır. Orijine yönelmek ve bir bütünlük içinde kavramak göz önünde bulundurulacak ve bizi yanlışlardan uzaklaştıracak iki önemli metod ilkesidir. Yine İslâm ne modernistlerin yaptığı gibi batı akıcılığına indirgenmek, ne tarihi gerçekleştirmelerin içinde mahsur kalmalıdır. Selefiyecilerin özellikle iki yüzyıldır sıkça tekrarlaya geldikleri "Asr-ı Saadet'e dönme" sloganı da İslâm'ın ahlâki temellerini kavrama bakımından bir değer taşır. İslâm'ın ilk yıllarının tarihi sürecine dönmek olarak değil. Çünkü bunun bir sevgi belirtisinin dışında anlamı olmadığı gibi imkân da yoktur. Mümkün ve gerekli olan Kur'ân ve sünnetten kavranacak ahlâkî temellerin, zamanımızın sosyo-kültürel-politik şart ve imkânlarında yeniden gerçekleştirilmesidir.... Toprak sistemine dayalı örneğin sistemi İslâm adına uygulamalı değil sanayi toplumunun problemleri açısından, yeniden şekillenmelidir. Her alanı temel ahlâki ilkelere göre belirleyen ama sonsuz sayıdaki eyleme tarihi birikimden bir cevapla yetinmeyen bir anlayışa ulaşılmalıdır.
İslâm, potansiyel bir güçle doludur. Tebliği fert ve toplumla ilgilidir ama hep toplumsal değişmelerin üstünde kalan bir yönü vardır. Üstelik bunlar insanların kendi araştırmalarıyla bulacakları şeyler değildir. Hiç kimse ondan müstağni kalamaz. Mevcut liberal dünya görüşünün yanlışları görüldükçe onun önemi daha çok anlaşılacaktır, yeter ki o iyi kavranabilsin.
Kaynak: Umran Dergisi: Haziran 1991, Sayı: 2, Sayfa: 6-10
Not: Bu makalede yer alan görüşler yazara aittir ve Urvetü'l Vuska'nın editöryel politikasını yansıtmayabilir.
Mustafa YILMAZ
Bugün Puthanede İbrahimiz! Yarın Ne Olacağız?
Urvetü`l Vuska - Tüm hakları saklıdır. ® 2014 - Sitede bulunun içerikler ve analizler kaynak gösterilerek alıntılanabilir. Networkbil.Net